'Kötü Roman' raflarda
Sabah Gazetesi Özel İstihbarat Editörü Ferhat Ünlü’nün yeni romanı ‘Kötü Roman’ Turkuvaz Kitap’tan çıktı.
"Darbe dönemlerinde Atatürk heykelleri yaparak köşeyi dönen bir adamın oğlu olan tutkulu, kötücül ve entelektüel mirasyedi Barbaros, hamile karısını bir uçak kazasında kaybeder. Seyir halindeki bir şehirlerarası otobüste şoförü kafasından vurup intihar etmeyi düşünürken bu fikrinden ansızın vazgeçer.
Yeni hedefi, müstesna bir ulus yaratmaktır. İç sesi Mümtaz'ın itirazlarına rağmen ülkeyi kökten değiştirmek amacıyla masum insanların canına kasteden terör eylemleri planlar. Bu eylemler, bütün Kötü Roman kahramanlarının hayatını değiştirecektir: istihbaratın altın çocuğu Ateş, derin devletin yengesi Şahika, kâğıt toplayıcılığından MİT yöneticiliğine yükselmiş Mithat, popüler aydın Fuat Akis'le meşhur olduğu gün ölen ağabeyi talihsiz yazar Fatih Akis ve daha nicelerinin…
SATIN ALMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNKE TIKLAYIN
. (http://alisveris.turkuvazkitap.com.tr/tanim.asp?sid=PCL7QOGRZR5R2RXPAQON )
Ferhat Ünlü, iyilikle kötülüğün kadim savaşını yeniden yorumladığı bir Habil-Kabil öyküsü anlatıyor. Yaşam-ölüm, aşk-sanat, kahramanlık-ihanet, adalet-güç, birey-devlet çatışması gibi önemli temaları derin bir hayal gücü ve çarpıcı imgelerle işliyor.
Kötü Roman, psikolojik, toplumsal ve politik gerilim unsurlarını ironiyle birleştiren bir kurmaca şöleni."
YAZARIN ÖZGEÇMİŞİ
ROMANDAN
Barbaros bir gece karlı, buzlu, beyaz ve biraz da mavimsi bir düş gördü. Çok beklemişti bu düşü. Müslümanlar, ahir zamanda gelip, fesada uğramış âlemi ıslah ve ihya edecek Mehdi'yi nasıl bekliyorsa işte öyle beklemişti. Hatta rüya için bir tapu senedi yazıp kendi namına tescil ettirmeyi bile düşünmüştü. Barbaros'un neredeyse vahiy telakki ettiği bu tuhaf rüya; zihninde, yüzlerce, binlerce küçük sahne halinde bütün donukluğu, fakat ihtişamıyla bir kristal küre gibi belirmişti âdeta.Hakikaten Karadeniz'den sert bir rüzgâr esiyordu, tam da beklediği gibi. Hakikaten bir İstanbul sabahıydı. Ve hakikaten buz ve karla kaplı Boğaziçi'nin üzeri namütenahi bir kalabalıkla dolup taşmıştı. Boğaz'ın vahşi, kudretli akıntısı son bulmuştu. Su, zaman gibi akmıyordu. Deniz, Karadeniz kıyılarından Boğaziçi'ne, oradan da Marmara'ya doğru sinsi bir yılan gibi kıvrılan, kilometrelerce uzunlukta devasa bir buz kütlesine dönüşmüştü. Barbaros, gökyüzünde serseri yapraklar gibi uçuşan narin kar kristallerinin altında her şeyin, ama her şeyin buza kestiği bir son ve sonsuzluk ânının düşünü gördüğünü hissetmişti uykusunda.
Karadeniz'den Marmara'ya, sırasıyla, rengârenk flamalarını sallayıp tezahürat yapan taraftarlar, jilet izlerinin derin yaralar açtığı kıllı göğüslerini ve kollarını jiletlerle, falçatalarla yeniden ve daha derinden kesen Müslüm Gürses hayranları, çekirdeksiz üzümler, kavunlar, karpuzlar, delikli peynirler ve sarımsaklı haydarilerle donatılmış çilingir sofralarında rakılarını yudumlayan kibar İstanbul beyefendileri ve şark vilayetlerinin kalantor mirleri, ayaklarının altındaki buzları titreterek uygun adım yürüyen ve hep bir ağızdan İzmir Marşı'nı söyleyen deniz piyadeleri, don, fanila, çanta, gömlek ve muhtelif eşyayı, gırtlaklarından çıkardıkları gür, çatallı sesleriyle bağırarak pazarlayan işportacılar, bulduğu her boş araziye, omuz omuza vermiş küçük, çirkin apartmanlar yapan müteahhitler, tekdüze bir ritim eşliğinde, mikrofonda yankılanan sesleriyle "Benim sadık yarim kara topraktır" türküsünü söyleyen âmâ adamlar, (Barbaros, rüyasında bunlara Türkiye'nin Ray Charles'ları adını vermişti) alınlarına kırmızılı-yeşilli kurdeleler bağlanmış, rengârenk elbiseleriyle semah dönen esmer insanlar, yaşı geçkin, zengin kadınların çantalarını kapıp kaçan bıyıkları terlememiş erkek çocukları, bayram arifelerinde ecdadının merhum mensupları için mezar başında dua eden başları tülbentli yaşlı anneler, buzların üzerinde kayan asırlık vapurların kıçlarını zapturapt altına almaya çalışarak iskelelere yanaşan kaptanlar, banka kuyruğunda emekli maaşını almak için bekleyen çaresiz, iki büklüm emekliler, pazar paralarından artırdıkları üç-beş kuruşla hafta içi gezmesine çıkıp teknelerde vur patlasın çal oynasın eğlenirken donup kalan şalvarlı, şişko kadınlar ve imamın Allahuekber nidalarıyla aynı anda rükuya ve secdeye gittikleri için karla kaplı elbiseleriyle beyaz bir örtü gibi dalgalanıp duran insanlar vardı Boğaz'ın üzerinde.
…
Barbaros, bu heybetli kalabalığı şaşkınlık ve hayranlıkla bir süre izledikten sonra Kadıköy tarafına baktı. Orada, şahlanan aygırlarını zaptetmeye çalışan, istiklal müptelası Osmanlı süvarileri gördü. Kestane rengi, doru Arap atlarıyla iri yarı, beyaz İngiliz atları Doğu'dan, Batı'dan kopup geliyorlar ve -kasları, damarları derilerinden fırlayacakmışçasına- hırsla şahlanıyorlardı. Sonra süvari alayı tamamlanınca bütün askerler, ileri emriyle atlarını mahmuzluyor ve pala bıyıklarının sivri uçlarının şiddetli rüzgârda dalgalanıp ters dönmesine aldırış etmeksizin Marmara üzerinden Çanakkale Boğazı'na doğru süratle ilerliyorlardı. Sema, nalları aynı anda buz kütlesini döven binlerce atın ayak sesleriyle inliyordu. Öyle hızlılardı ki, Zeytinburnu açıklarında Veli Efendi Hipodromu'ndan çıkıp Boğaz'ın üzerinde koşmaya başlayan yarış beygirleriyle jokeylerini bir silindir gibi ezip geçtiler.