Sosyal medya popüler insanları linç etmeyi çok sever. Sadece şarkıcılar ve oyuncular değil bilim adamları da bu linçten nasibini alır. Bunlardan biri de Prof. Oytun Erbaş.
Binlerce tıp fakültesi mezununun hayatında bir kez bile kazanamadığı TUS sınavına 7 kez katılan ve hepsinde derece yapan Oytun Erbaş'ı tanırsınız. Geçtiğimiz haftalarda "et pahalıysa kuru fasulye yiyebilirsiniz, daha faydalı" şeklinde bir açıklama yapınca hedef tahtasına oturtuldu.
Oytun Hoca, bu kadar ağır eleştirileri hakkediyor muydu? Bu soruyu kendisine sormak için üniversitedeki labaratuvarının kapısını çaldım.
Kendisi ile uzun ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
İlk izlenimimi söyleyeyim. Medyadaki imajından çok farklı bir Oytun Erbaş ile karşılaştım.
Sohbeti keyifli ve mütevazı. Karşısındakini dinliyor ve sözüne değer veriyor. Dahası, tıp alanında yardımcı olmaya çalışıyor. Bildiklerini paylaşıyor ve hiçbir sorudan rahatsız olmuyor.
Rahatsız olduğu tek bir şey var: Eğitim hayatı boyunca karşısına çıkan çifte standart.
Hocaları onun temel bilimler ve deneysel tıp konusunda çalışmasını istememiş. "Git düz doktor ol" demişler. Çünkü bilimin sadece özel okullardan mezun olan sadece elit ailelerin evlatlarının tekelinde olduğunu düşünüyorlarmış.
Oytun Erbaş da tabiri caizse "Ben bu oyunu bozarım" demiş. 40 yaşında bu alanda profesör olarak önemli bir başarıya imza atmış.
Ama bilim çevrelerindeki vesayet sisteminin bunu kabullenmesi kolay olmamış.
"Medyada benim adımın başına özellikle "Prof" yazmak istemiyorlar" diyor ve ekliyor: Celal Şengör'ün profesörlüğünü sorgulamıyorsunuz ama her fırsatta benim akademik geçmişimi tartışma konusu yapıyorsunuz.
Yaptığı hiçbir açıklamadan dolayı pişmanlık duymuyor. "Elbette ben de yanılabilirim" diyor ama bu saldırıların arka planında başka motivasyonların olduğuna inanıyor.
"Celal Şengör bilim adına dışkısını yedi kimse sesini çıkaramadı, ben yapsam kıyameti koparırlardı" demekten de geri durmuyor.
Peki bu saldırılar nasıl başladığını merak ettim.
Her şey 3 yıl önce başlamış. Bir TV programında "Bu hükümet olmasaydı ben bilim adamı olamazdım" demiş ve saldırıların da hedefi olmaya başlamış.
Sözlerinin başını ve sonunu keserek hemen "yandaş ve yalaka" damgasını vurmuşlar.
"Pişman değilim, yine sorulsa aynısını söylerim" diyor.
Siyasette olduğu gibi bilimde de bir vesayet sistemi olduğunu uzun uzun anlattı. Tıp dünyasındaki monşerlerin kurduğu vesayet sisteminin pusuda beklediğini ve her an hortlayacağını ısrarla vurguluyor.
Milyonlarca insanı etkileyen hastalıklar konusunda bilimsel çalışmalar yapmayı insanlığa bir hizmet olarak görüyor. "Tüm bilimsel çalışmalar ise beni Allah'a daha fazla yakınlaştırdı, Allah'tan korkuyorum ve kadere inanıyorum" demekten de geri durmuyor.
"Bir hücrenin içindeki DNA sapıtırsa kanser oluyorsunuz ve bunun sebebini kimse bilmiyor" diyor. Bu yüzden bilimsel çalışmaların yanısıra duanın gücüne çok inanıyor.
Elbette sağlık da konuştuk. "Bu kadar bilimsel çalışma yapıyorsun. Sağlıklı ve uzun yaşamanın sırrı nedir" diye sordum. 5 maddede özetledi:
BİR-Hayat orucu. Her şeyin kısıtlanması. Sadece yemek içmek değil. Hazlardan uzak minimal yaşam.
İKİ-Sevmek sevilmek. Sadece sevmek yetmez sevileceksiniz. Mutlaka bağlandığınız bir kişi olmalı.
ÜÇ-Gamsız olmak iyi bir şey değil. Bir insanın amacı olmalı. Ne yapıyorsan yap ama bu hayatta bir amacın olsun. Fakirlere çorba yap ama bir şey yap.
DÖRT-Bazı ilaçlar DNA'yı stabilize ediyor. Bilimsel olarak kanıtlanmış ilaçlar var.
BEŞ-Son olarak duanın gücüne inanıyorum. DNA'yı stabilize eden en önemli şey duadır. Bu konuda araştırmalar var. Olumlu beklenti verilen hastalarda yüksek oranda iyileşme görülmüş. Niyet her şeyi değiştirir.
Uzun sohbeti birkaç cümle ile özetlemeye çalıştım. Oytun Erbaş ile "daha sık görüşelim" temennisi ile ayrıldık. Soracağım çok soru var. Bunları da kısmet olursa başka bir görüşmeye sakladım.