Tarihi 31 Temmuz 2020

Ah Şu Meşhur İstanbul Sözleşmesi

Yine toz duman arasında İstanbul Sözleşmesi'ni tartışıyoruz. Sözleşmenin üzerinde ittifak edilen en büyük sakıncası 'toplumsal cinsiyet' ve 'cinsel yönelim ifadeleri'. Toplumsal cinsiyet en temel anlamı ile sahip olduğumuz biyolojik cinsiyete sonradan yüklediğimiz toplumsal anlamları ifade ediyor. Yani annemizden kız veya erkek olarak doğuyoruz. Bu bizim biyolojik cinsiyetimiz. Ama daha sonra biyolojik cinsiyetimize en masumları 'erkek adam ağlamaz', 'kızlar çok konuşmaz' olan toplumsal anlamlar yüklüyoruz. Daha vahimleri var mesela; 'erkeğin elinin kiri', 'saçı uzun aklı kısa'! İşte buna toplumsal cinsiyet deniliyor. Toplumsal cinsiyet her ne kadar LGBT lobisi tarafından biyolojik cinsiyetin öneminin azaltılması için bir araç olarak kullanılsa da, LGBT aktivizmine karşı olan, iki cinsiyetli doğal düzeni savunan aklıselim insanlar olarak bir çırpıda üzerini çizebileceğimiz bir kavram değil. Toplumsal cinsiyet, cinsiyet ayrımcılığı ve diğer şiddet türlerinin farklı olarak özellikle kadınları hedef alan şiddet gibi sorunlarla mücadele etmek için ihtiyacımız olan bir kavram.

'Cinsel yönelim' ifadesi ise maalesef 'toplumsal cinsiyet'ten çok daha kirli bir kavram. Temel olarak doğuştan sahip olduğumuz biyolojik cinsiyetimizin belirleyici olmadığını, insanların cinsiyetinin biyolojik olarak belirlenmediğini anlatıyor. Hiçbir ahlaki ilkeye, beşeri idrake, aklıselime sığmayan LGBT aktivizmi 'cinsel yönelim' kavramının içerisine sığıyor. Bir kişinin biyolojik olarak kadın veya erkek doğmasının cinsel olarak bir anlamının olmadığını kadın doğanın kadına, erkek doğanın erkeğe veya herhangi bir cinsiyette doğanın her ikisine de cinsel ilgi duyabilmesi sapkınlığını meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Peki bunlara rağmen İstanbul Sözleşmesi'ni desteklemeli miyiz yoksa karşı çıkmalı mıyız? Bu sorunun doğru bir soru olduğunu düşünmüyorum. Bu kavramlar olmasa da İstanbul Sözleşmesi 'kirli' bir metin. Sözleşmenin lafzı değil ama ruhu kirli. Maddiyatçı batı medeniyetinin kodlarını taşıyor. Kadın ve erkeğe 'Hazreti İnsan' olarak değil hazcı, çıkarcı, güvenilmez, maddiyatçı bir biyolojik tür olarak yaklaşıyor. Çok su kaldıracak bu bahsi bu yazının sınırları içerisinde halletmek mümkün değil ama bir kayıt düşmüş olalım. Gelelim esas meseleye, bugün bu memlekette yaşayan Müslümanlar olarak toplumumuzda devam eden cinsiyet eşitsizliğinden razı mıyız değil miyiz? İş yerlerinde kadınların erkeklere göre ayrımcılığa uğradığını düşünüyor muyuz? Kadınların, yani annelerimizin, aile içerisinde erkeklerden, yani babalarımızdan, saygın bir muamele gördüğünden emin miyiz? Karısını döven, kız kardeşinin miras hakkına göz diken, üstelik daha fenası bunu İslam ile meşrulaştırmaya çalışan erkekler az veya çok var mı? Her aklımıza estiğinde dinimizin kadınlarla ilgili emir ve tavsiyelerini peşpeşe sıralıyoruz ama bu tavsiyelere uyuyor muyuz? Şöyle bir kendimize soralım; Fahri Kainat Efendimiz bizim toplumumuzda kadınlara yapılan muameleden razı mıdır acaba?

Bu sorulara verdiğimiz cevaplara göre İstanbul Sözleşmesi'ne karşı tutumumuzu belirleyebiliriz. Eğer bu toplumda kadına karşı ayrımcılık, şiddet, kötü muamele, saldırganlık olmadığını düşünüyorsanız gelin hep beraber İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkalım. Çünkü bu sözleşme bizim dini, milli, toplumsal değerlerimizle uyuşmuyor. Ama eğer toplumumuzda kadına karşı ayrımcılık, şiddet, kötü muamele, saldırganlık olduğu konusunda hemfikirsek İstanbul Sözleşmesi'ni konuşmaya gerek yok. Çünkü kadının 'Hazreti İnsan' olmaktan kaynaklanan haklarını ve haysiyetini ayaklar altına alan bu gidişatımız İstanbul Sözleşmesi'nden daha vahim! Gelen İstanbul Sözleşmesi'ni bir kenara bırakalım ve esas meselemizi konuşalım; kadınlar ne zaman bu toplumda diğer insanların ve özellikle erkeklerin elinden, dilinden ve belinden emin olacak?