Poyrazoğlu mu Tansu Çiller mi?

Eklenme Tarihi 14 Mart 2011
Tansu Çiller'in bir zamanlar Anıtkabir defterine yazdığı cümleler bu günlerde internetin gözdesi. Şöyle yazmış eski başbakanımız, ulu önderimize hitaben; "Büyük atam. Doğruyol partisinin 14. yılını idrak ediyoruz. (14'ün üstünü karalamış 15 yapmış bu arada). Laik Türkiye Cumhuriyetinin ve demokrasinin bekçileri olarak 16. yılımızda huzurunuzdayız. Davamız yarım asırlık yani 65 yıllık bir davadır.
Milliyetçilik ve çağdaşlık adına yarım asır yani tam kırk yıldır yürüyoruz.
Bu ülkenin çimentosu olmanın sevinci içindeyiz. Biz bu ülkenin çimentosuyuz. Bizimle duvarları yapıştıracaklar. İlkelerimizin ışığı altında partimizin 17. yılını kutluyor, saygılar sunuyorum görüşmek üzere Tansu Çiller." Şimdi Facebook'ta bu metnin gerçekten Tansu Hanıma mı, yoksa Ali Poyrazoğlu'na mı ait olduğu tartışılıyor. Çiller'in, "Halus, hulis, Hulusi" beceriksizliğini hatırlayınca içime bir kurt düştü Ali'yi aradım. Bakın ne dedi; "Ben eskiden küçüktüm" adlı oyunumdan bir parça o. Bir gün televizyonda Tansu Çiller Anıtkabir deftere bir şeyler yazıyordu. Ne olduğunu merak ettim. Ankara'ya gittiğimde defteri görmek istedim. "Ali Bey göremezsiniz, çünkü zaten yazıların yüzde doksanı okunmuyor" dediler. 'Ulan' dedim 'herifler canımıza okuyor, yazdıkları okunmuyor, ben bunu göreceğim' Meğer kitap olarak basılmış. Arşiv'e aldılar beni, kitabı okuttular. Ben de orada gördüğüm cümleleri yorumladım. Gerçek mi diye sorarsan hayal gücüm ile gerçek birbirine karışmıştır, hangisi gerçek hangisi hayal gücü onu da okuyanlar anlasın artık."
Anladık sevgili Ali...

SENİ, SEN YAPAN KİM?
Geçen hafta okudum Cem Mumcu'nun 'Kendine Bakma Kitabı'nı... Bir gece vaktiydi ve o gece House yoktu. İyi ki yokmuş. Dalıp gidiverdim kitaba... Sonra o kadar allak bullak olmuşum ki baktım Cem'i arıyorum. Ama telefonu açan yok. Yarım saat sonra o beni aradı.
Meğer maç seyrederken kaparmış telefonu.
Az önce okuduklarımın tam tersine anlamsızca sordum "Maç kaç kaç" diye. Yendik dedi... Kim kimi yenmiş?
Trabzon Beşiktaş'ı. "Trabzon'u mu tutuyorsun?" dedim. "Ben garip adamım bilmiyor musun" dedi...
Gerçekten garip bir adam.
Kitabındaki şu satırlara bakar mısınız lütfen: "Şu beş dakikalık yürüyüşle geçtiğin yolda neler var?
Ağaçlar. Sanırım görmeden geçtin.
Sana bir şey söylüyor olabilirler mi?
Yeni bir ayakkabı almak da var. Ve o ayakkabıyla henüz bilmediğin geleceğin. Eğilerek yürürsen böcekler var. Böceklerde koca bir hayat, acayip renkler, bilmediğin belki binlerce yeni bilgi ve hikaye. Korkuyorsan böceklerden, senin de korkun var.
Belki tüm yaşamını ve ölümü o korkuda görebilirsin. Eğilirsen belki de görmeye başlarsın!"
Kitabı çarçabuk okuyabilmeniz sizi yanıltmasın. Tam tersi, tüm dünyayı puzzle parçalarına bölüp, yeniden bir araya getirmek gibi bir şey. Tabii şekilsel bir eylemden söz etmiyorum. Düşünce bakımından diyorum. Zaten o da diyor ki; "Seni hem ayrı hem ben, beni hem ayrı hem sen yapan, parçaları olan bir tekliğe nasıl ulaşabilirim?"


DÖNÜP KENDİMİZE BAKACAĞIZ!
Köşe yazarı, haber muhabiri vs gibi meslektaşların, ünlü sanatçıların hayatlarıyla ilgili fikir beyan ederken, bir kez de dönüp kendi hayatlarına bakmaları gerektiğini hep söyleriz ama magazinciliğin tek taraflı şehveti maalesef buna engeldir.
Özellikle 'ihanet' ve 'ihanet sonrası yeniden bir araya gelme' konularında gösterdiğimiz o feveran, acımasızlık ve işgüzarlık kimine göre de direkt psikologluk bir durumdur. Şahan'la balkonda öpüştükten sonra yeniden eski aşkı Nejat İşler'e dönen Berrak, bu günlerde haberciyorumcu arkadaşların son buldumcuğu oldu. Vay efendim bu kızın artık eski sevgilisine dönecek yüzü mü kalmış? Şimdi diğeri de 'boynuzlu' olmuyor muymuş?
Olmuyormuş beyler; Çünkü o boynuz sadece kafasında zeka olmayan öküzlerde oluyor. İşler ve gibilerininkine ise ancak insanlık ve olgunluk çıkıntısı deniyor.

ŞEYTAN VE İNEK!
Günlerden bir gün şeytan'ın yolu bir köye düşmüş. Keyfi de yerinde... Oturmuş bir ağacın altına, ilerde ineğini sağan köylü kadını seyretmeye başlamış. İneğin, buzağısı da biraz ilerde bir kazığa bağlı duruyor. Nereden aklına geldiyse kakmış yerinden, buzağın ipini biraz gevşetmiş.
Buzağının
karnı aç, bakmış anacığının sütü sağılıyor, dayanamamış koşmuş. Bu arada kadının süt kovasını devirmiş. Kadın fena sinirlenmiş bu duruma ve kapmış bir odunu, buzağının kafasına vurmuş.
Bunu üzerine inek de bir tekmede kadını yere sermiş. Civardan geçmekte olan kayınpeder, gelinini yerde iki seksen görünce öldü sanıp tüfeğini doğrultup ineği ateş etmiş.
Kadının kocası silah sesine koşmuş, babası elinde tüfek, karısı yerde yatıyor, hiç düşünmeden tek kurşunda indirmiş babasını yere. O arada bakmış ki karısı yaşıyor, namluyu kendi alnına dayayıp tetiği çekmiş.
Bu kadar acıya dayanamayan kadın, koşup ilerdeki uçurumdan kendini aşağı atıvermiş. Şeytan doğrulmuş oturduğu ağacın altından, ağır adımlarla yürümeye başlamış.
Bir yandan da düşünüyor; "Şimdi bu felaketi de bana yüklerler, buzağının ipini gevşetmekten başka ben ne yaptım şimdi?" Önümüzde seçim var, ipi kimin gevşeteceği belli olmaz, tüm partililere duyurulur.


ONUNLA BU ŞEHİRDE YAŞAMAK
Dün öğleden sonra ne var ne yok diye televizyon kanallarını turlarken BBC World News'de birden gözüm İstanbul görüntülerine takıldı... İstanbul'u anlatan bir belgesel. Yazın çekilmiş ve tekrarı belli ki... Şehri bize tanıtan şaşırtıcı ama Haluk Bilginer... Büyük Ada'nın çamları arasında dolanıyor ve o güzel İngilizcesiyle anlatıyor.
Öylesine rahat, öylesine esprili ki birden canınız o faytonda olmak istiyor. Sonra bizi Kadıköy'de dolaştırıyor Haluk. Güneş batarken boğazda bir teknede o nefis manzaranın önünde şarabını yudumluyor, bir balık lokantasında rakısını içiyor... Bu arada masada otururken gözüm yanındaki kadına takılıyor. Eşi Aşkın Nur Yengi...
Makyajsız yüzü ve mütevazı tavrıyla nasıl da güzel... Böyle bir kentte, böyle insanlarla bir arada yaşadığımı düşünüp, içimdeki bütün kiri pası silip atıyorum... 'Teşekkürler Haluk, teşekkürler İstanbul' diyorum içimden.