Tarihi 14 Mart 2018

Diyanet ve ilahiyatları sahneye alalım

KAÇINILMAZ olan gerçekleşti, cin şişeden çıktı.
15 Temmuz'dan beri ertelediğimiz tartışma Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın müdahalesiyle başladı. Türkiye eninde sonunda bu noktaya gelecekti.
Din, devlet ve toplum ilişkilerini sakin kafa ile konuşacak müzakere edecekti. Ancak bu tartışma şimdiye kadar geri bırakıldı. Radikal laiklik uygulamalarının mirası ortadayken kimse bu tartışmaya girmek istemedi. Üstüne üstlük 15 Temmuz yaşanmışken. Toplumun bir kısmı dini örgütlenmelere karşı "acaba bunlar da FETÖ olur mu" kaygısı taşırken, buna mukabil dini örgütlenmeler de "FETÖ bahanesi ile devlet bizimle de hesaplaşır mı" tedirginliği yaşarken, tartışmayı başlatmak kolay iş değildi.
Neyse ki Cumhurbaşkanı Erdoğan sıradışı liderliğini bir kez daha sergiledi ve ertelediğimiz tartışmanın kapısını araladı.
Haydi cesurca söyleyelim; Bugün Türkiye'nin bir laiklik sorunu var.
Bugün Türkiye'nin bir cemaatler sorunu var. Bugün Türkiye'nin bir Diyanet sorunu vardır. İfade biçimleri değişebilir ancak sorun aynı. 2018 Türkiye'sinde dini alanın tanzimini yeniden konuşmamız gerekiyor.
Devletin dini yapılar, kurumlar, organizasyonlar üzerinde hiçbir zaman baskı kuramayacağı ve aynı zamanda FETÖ gibi istismar gruplarının hiçbir zaman yeşeremeyeceği yeni bir zemin inşa etmemiz gerekiyor.
Peki bunu nasıl, hangi enstrümanla yapacağız?
Bu sorunun kitapta yazan net bir cevabı yok. Ancak bu topraklardaki tarihi tecrübeye bakarak bir tarif verebiliriz; devletin bir düzenleyici olarak devrede olduğu ancak farklı dini yorumlara, meşreplere, anlayışlara alan açtığı bir metotla.
Devlet düzenleyici olarak devrede olmalı çünkü dini alan hiçbir zaman sadece dini değildir. İçerisinde siyaseti de sosyolojiyi de ekonomiyi de barındırır. Örneğin Türkiye'de selefi, modernist ve İrancı dini yorumlar egemen olursa, bu dini alana ait bir tehlike olduğu kadar güvenliğe ait bir tehdit halini alır. Dolayısıyla liberal heveslere kapılmayıp, dini alanın yeniden tanımlanması meselesinde devleti ve devletin kurumlarını her zaman aktör olarak devrede tutmak gerekiyor. Devlet bu noktada yukarıda çizilen genel çerçevenin ötesine geçerek "kendi din yorumunu" oluşturup, topluma egemen kılma yoluna gitmemeli. Yani dini alanı domine etmemeli; dindarlara bırakmalı ancak vatandaşını koruyucu bir işlev içerisinde olmalı.
Devletin bu işlevi yerine getireceği kurumlar ise Diyanet ve ilahiyat fakülteleri. Peki şimdiki haliyle bu kurumlar bu işlevi yerine getirmeye uygun mu? Can alıcı sorumuz bu. Diyanet'in ve ilahiyatların bu işlevi yerine getirmek için silkinip toparlanmaya ihtiyacı var. Gün sonunda 2000'lere kadar devlet tarafından baskılanmış, baskılandığı ölçüde de bürokratikleşmiş kurumlardan bahsediyoruz. Uzmanlık olarak yeterli birikime sahipler ancak alışkanlık, iş yapma tarzı olarak kat edilmesi gereken uzun bir mesafe var. Kısacası bu kurumların biraz cesaretlendirilmeye ihtiyacı var.
Bürokratik işlevlerini bir kenara bırakıp; daha sıcak, canlı, doğal ve toplumun gündelik meselelerine sahici bir ilgi duyar hale gelmeleri gerekiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın çağrısı aslında bu cesaretlendirme işlevini görüyor. Birincil elden Diyanet'e ve ilahiyatlara topa girmesi, daha aktif ve görünür olması çağrısı yapıyor Erdoğan. Kısaca bir kez daha liderliğin gereğini yerine getiriyor. Gerisi boş laf, siyasi operasyon...

CEVABI BELLİ SORU
SİYASİ hayatının her aşamasında dindar kimliğinden dolayı bedel ödemiş bir siyasetçinin dini yapılara zarar verecek bir eylem içerisinde olması akla yatkın mı?