Tarihi 11 Ekim 2009

Dır dır kuala lumpur

Dün Malezya büyük elçisi aradı ve "Pınar'ım, yazını okudum, gelmişsin buralara kadar, bana uğramamışsın. Bir kahvemi içmemişsin. Ayıp valla. Hem kooooskoca Malezya'dan aklında üç beş meyve mi kaldı? Bir onlardan bahsetmişsin? Meyvesiz mi kaldın sen oralarda? Hanimiş?" dedi, tabii ki de rüyamda. Bunun üstüne ertesi sabah annem de; "Yavrum biraz daha anlatsana oralardan, ama bu defa tok karnına." diyince bir tur daha dönme kararı aldım.
***

Bir kere efenim cümlesi İngilizce biliyor. Simitçi, kahveci, gazozcu. (Ay bunlar ne kadar Türkiye'me özgü meslekler. Hiç olmadı.) Geneli Müslüman olan bu ülke temizlik ve yardımseverlik konusunda örnek alınacak cinsten. Eğlenceler düzeyli. Yılbaşında bile abuk subuk hareketler, dengesizlik ve abartı yok. Alkol tüketimi hiç denecek kadar az. İnsanlar hayatla barışık. Suç ve dedikodudan uzak bir mutluluk tablosunda sanki figüranlar.
***

Trafik sorunu yok. Motoru bisikleti benimsemişler ve her daim ılık olan havadan faydalanarak araba kullanımını en aza indirmişler. Kaldığım birkaç günde camileri (Camilere çorabımızla giremedik. Yasak. Mermerler bembeyaz temizlikten parlıyor.) kafeleri, çarşıları, sokakları, pazarları gezdim. Gezip tozmadım, sadece gezdim. Çünkü toz yoktu. Tozamadım. Tozutamadım. (Bol bol; 'Acaba toz almadan hayat geçer mi?' diye düşündüm.) Çiçekler vardı envayi, havuzlar vardı temiz, ağaçlar vardı kıymeti bilinmiş.
***

Tüm bunlar olurken kendi memleketim geldi gözlerimin önüne. Türkiye'm buradan daha suçlu olsa gerekti. Şanssız olsa gerekti. Benim ülkem, doğayı desteklemenin, kendini çocuklarını torunlarını ödüllendirmek demek olduğunu anlamayan birilerine yar olmuş, yer olmuş bir ülkeydi. Ekmek verdiklerinden, kol kanat gerdiklerinden, bağrına bastıklarından, bağrına basanlardan, hem de ayağıyla basanlardan her gün bir darbe yemek, zor olsa gerekti.
Neden Malezya'da daha az sigara içen vardı? Niye hava daha berrak, çeşmeden akan su daha içilebilir, gökteki mavilik daha seçilebilirdi? Neden burada her dert içinden çıkılabilirdi? Bunları düşünürken kendi topraklarıma duyduğum acıma içinden çıkılmaz bir hal aldı. Ama hissetiğim hayranlık kıyamamalarımla kıyaslandığında çoook ağır bastığından, Ana vatanın problemleri bile bana sadece gurur verdi.
***

Döneceğim gün, limonatamsı havanın hafif esintilerle ensemi yalaması, ağlama hissine sebep oldu. Garip bir alışmışlık, akşama dönen günle gelen abartılı netlikle birleşip üstüme yağdı. Bu ruhsal yağışın yaptığı ağırlıkla çimlere çöktüm. Biraz bekledikten sonra boylu boyumca uzandım. Çok mutluydum. Bedenimdeki elektriğin, toprağa akışını hissedebiliyordum. Sanki bağlanıyordum. Çünkü benim için en kolay şeydi bağlanmak, sevmek. Allah'ın lutfu olan duygusallığımın sebep olduğu bir şeydi bağlanmak, sevmek. Ama on dakika sürdü. Koşarak bindim dönüş uçağına. Uçakta bile yürüdüm, ne olacaksa? Hani yürüyen merdivende yürüyenler vardır ya onlar gibisinden. Tabii ki iner inmez yeri öptüm. O tanıdık göğe döndüm. Ayı gördüm. Güldüm. Beğenmeme rağmen hep orada kalsam mutlak ölürdüm.
Not: Hani cep telefonlarıyla ilgili bir yazı yazmıştım, (bkz. cep telefonlarıyla ilgili bir yazı.) orada şey diyordum; 'Günden güne büyüyeceklerine küçülen cep telefonları.' Sesimi duydular herhalde. Telefonlar bizim ilk televizyonumuz kadar oldu artık. Koca koca. Avuç dolduruyorlar. Bakalım daha neler göreceğiz?