ÜÇ KEZ SALDIRIYA UĞRADI
Ahmet Özal'ın yurt dışında olduğunu söylemek, onu görünce tabanları yağlamadan hala orada kalan en 'cesur' güvenlik görevlisine düşmüştü. Tabii Uğur'u durdurabilmesi sadece bir hayaldi. Bu kez "Zeynep Özal'ı istiyorum" diye haykırdı, Uğur Kılıç. O arada Zeynep de büyük bir ihtimalle Uganda'ya filan kaçmıştı. Uğur çıldırmıştı bir kere. Hırsını telefon kablolarından aldı, onları parçalarken "Çıksanıza ortaya korkaklar" diye bağırıyordu. Sonra kararlı adımlarla arabasına yürüdü. Verdiği gözdağından emindi. Sıkıysa yayınlasalardı kaseti... Ama yayınladılar. Ertesi gece, kasetteki konuşmaların küçük bir bölümü Kanal 6 ekranlarından izleyiciye ulaştı. Herkesin kafası karışmıştı. Bir tek Dündar hariç... Kızına engel oldu. "Artık daha ileri gitmemeliydi!" Uğur, baba sözü dinledi ve bu uyarıyı dikkate aldı. Ama yine de aynı gece iki kanala birden bağlandı telefonla. Kanal D'de eski kocası Alaattin Çakıcı'nın bunalımda olduğunu söyleyerek, onu suçluyor, Show TV'de ise adeta başına geleceklere meydan okuyan şu cümleyi söylüyordu; "Cesur insan bir kere ölür!" Bu cümlede bir gerçek gizliydi aslında. Daha önce 3 kez saldırıya uğramıştı. Eski kocası Çakıcı'ya göre ise fazla ileri gitmişti genç kadın. Ve bu yolun dönüşü yoktu.
UĞUR ÖLÜMÜNE UÇUYOR
Uğur, her ne kadar silahlı, külhanlı, babasının çocuğu, delikanlı bir kız olsa da sonuçta yine bir kadın kalbi taşıyordu. 1995'in ilk günlerinde eski kocasından gelen bir teklife duyarsız kalamadı. 20 Ocak günü hem Çakıcı'nın, hem genç kadının oğlu minik Onur'un doğum günüydü. Çakıcı, onlarla o gün Uludağ'da buluşmak istiyordu. Kim bilir belki de barışmak için. Uğur zaten ne demişti, "Cesur insan bir kere ölür..."
Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Onu, Azrail ile randevusuna Çakıcı'nın kiraladığı bir helikopter uçurdu. Uğur Kılıç, 12 yaşındaki oğlu Onur ve 2 arkadaşıyla o gün öğleden sonra Uludağ Kervansaray Oteli'ne yerleştiler. Doğum günü hazırlıkları için otel görevlilerine talimatlarını verdi ve odalarına yerleştiler. Alaattin'in gelmesine vakit vardı... Onur ile birlikte aşağıya indi. Barda Çakıcı'nın şoförü Abdurrahman Keskin'i gördü. Merakla ona doğru yaklaştı. 'O'nu soracaktı ama birden Abdurrahman'ın eli beline doğru gitti. Hemen anlamıştı. O da çantasını açmaya çalıştı ama geç kalmıştı.
Uğur, çantasından silahını çıkaramadan, Abdurrahman'ın tabancası ölüm kusmaya başladı. Üç kurşun da hedefini bulmuştu. Genç kadın kanlar içinde yere yığılırken, küçük Onur haykırarak annesinin üzerine kapandı. Uğur artık hiçbir yerde tanıklık yapamayacaktı. Ve henüz 29 yaşındaydı. Öykümüzün bundan sonrası artık 'Son Kabadayı'nın son macerası içinde pek önem taşımıyor. O bir oğlunu hapishaneye kaptırmış, kızının ölüm acısını içinde bastırmaya çalışan yaralı, yaşlı bir adamdı.
Kızının cenazesine gitmedi. Belki de çevresindekilerin taşkınlık yapmalarından, intikam duygularının esiri olmalarından korktu. O artık gençliğinde onu yönlendiren intikam duygusundan arınmıştı. Hayat onu kan dökücü, acımasız Dündar'dan uzaklaştırmış, bilge bir adam haline getirmişti. Dündar, artık sadece kendi anılarıyla baş başa kalmak istiyordu. Çakıcı'nın yıllar sonra yakalanıp, Türkiye'ye getirileceğini de göremeyecekti zaten. O gece Dündar yatağına uzandı. Hastaydı... Yaşamının 23 yılını demir parmaklıklar arasında geçirmiş, evlatlar kaybetmiş, insanlar öldürmüş, işkenceler görmüş, alemin kralı olmuş, dibe vurmuş, sonra tekrar çıkmayı başarmış biriydi. O, aslında sadece bir fırıncının oğluydu. Odasındaki ışıklar söndürülmüştü... Temmuz sıcağına inat tatlı bir rüzgar açık pencereden giriyor, başucundaki perdeleri kımıldatıyordu. Yattığı yerden odaya süzülen ay ışığına, 'gökteki dede'ye baktı.
Kendisi de bir dede değil miydi zaten? Sonra düşünceleri çok ama çok eskiye gitti. Şimdi bir çocuk vardı orada... Samanpazarı'nda elinde ekmek tenekesiyle yürürken yolu kesilip, dövülen bir çocuk...
GEÇMİŞİ HATIRLADI VE...
Yedi yıl sonra elinden ekmeklerini alan boksör Ercü'yü, henüz 17 yaşında bıçaklayan çocuk... Sonra patlayan bir tabanca sesi yankılandı kulaklarında... Kabadayı Mehmet'in kumarhanesinde tek ampulle birlikte ortalığı karanlığa gömen silahın sesi... O gencin çelik soğukluğundaki hayali... Kürt Cemali'nin kanlar içindeki cesedi... İstanbul Hilton'da silahını çekip hizaya dizdiği o korkak bakışlar.... Ve daha neler neler. Yılmaz Güney'i cezaevinden sürat motoruna alıp İstanbul'a getirirken, yüzüne sıçrayan dalgaların tuzlu tadını hatırladı bu kez. Yorgun, gülümsedi.
Sonra? Sonra silah sesleri, namlular, tetiğe dokunan parmaklar giderek uzaklaştı düşlerinden. O ılık Temmuz gecesinde bir kez daha baktı pencereden süzülen ay ışığına... Sonra öldü Dündar. Onu tüm yaşamı boyunca üzerine sıkılan kurşunlar, ihanetler, dost bildiği hainler öldürememişti.
Henüz 62 yaşında, yine sadece kendine, kalbine yenilmişti. Bir Perşembe gecesiydi ve Dündar, ertesi sabah son bir kez daha gazetelerde yer aldı. Ama manşetlerde değil. Ölüm ilanlarının verildiği sayfalarda... Bu ilanlar, onunla birlikte 'kabadayılar devrinin' de kapandığını ilan ediyordu. Çünkü yeniler, sadece 'mafya' olarak anılacaktı.