Ezelden Ebede Yolculuk

Kaynak GAZETE Giriş Tarihi 06 Haziran 2017 Güncelleme 06 Haziran 2017, 00:26
Ezelden Ebede Yolculuk

İÇİNDEKİLER

Sufiler 'Rabıta-i mevt' yani ölümü düşünmeyi ahlaki terbiyenin kurucu unsuru kabul eder. Ölümü düşünmek, gerçekte hayatı anlamak ve hayatın değer derinliğini ölümde temaşa etmek imkanı verir. Bu itibarla ölüm hayatın aynası olarak hayatı şekillendirir. Hz. Peygamber, 'Ağız tadını kaçıranı hatırlayınız' dediğinde sahabe 'O da nedir?' diye sormuş, Hz. Peygamber ise 'Ölümdür' cevabını vermiştir. Ölüm bir hakikat olarak beklenmeden çıkagelir ve hayal sona erer: Hak gelir ve batıl erir gider. Müslümanlar, hayatı ve ölümü Allah'ın insanı sınamak için bizim için yarattığını düşünür. Sınanmanın maksadı, bir ayette söylendiği üzere, kimin 'İhsan üzere' yaşadığını görmektir. Kim hayatı 'Allah'ı görürcesine' yaşayacak, kim başka türlü bir hayat sürecek? Ölümü düşünmeden hayatı anlamayız. Hayatı ihsan üzere yaşamadan ise ölüm sonrasındaki hakiki hayata hazırlanmış olmayız. Bu nedenle hayat ile ölüm birbirinin tamamlayıcısı olarak inşa eder Ramazan'ı ve müminlerin hayatını. Müslümanlar, ölümü son kabul etmediler; çünkü yeryüzündeki hayatımızı başlangıç kabul etmediler. Yeryüzü bir başlangıç değil ki buradan ayrılmak anlamındaki ölüm son olabilsin? Ölümü anlatmak üzere göçmek, irtihal etmek, intikal etmek gibi bir yerden başka bir yere taşınmak anlamındaki kelimelerle anlattılar. En hoş ifadelerden birisi de gözden kaybolmak fakat daha iyi bir yerde bulunmak anlamındaki 'Sırlanmak' tabirini kullanmalarıdır. Müslüman düşünürler ölümü 'Ruhun -bir daha dönmemek üzere- bedenden ayrılması' diye tarif ederken de aynı şeyi düşündüler. Ölüm bir yokluk değil, sadece bir göçten ibarettir: Köprüden beka yurduna intikal! Öte dünyaya iman etmek, İslam'ın temel ilkelerinden biridir. Bir mümin buna inanmak zorundadır, yoksa mümin niteliğini hak edemez. Fakat ahiretin 'öte dünya' olması ve bu dünyanın beri, ilk dünya olması, yanılsamaları da beraberinde getirir. Allah ile irtibatımızı gelecek hayata ertelemek gibi bir yanılgı içinde kalırız. Müslümanlar böyle düşünmezler. Onlar için Allah her yerdedir; burada da Allah ile beraberiz, ahirette de O'nunla beraberiz. Ahiret dünyada aşina olduğumuz (marifet) rab ile daha hakiki bir şekilde karşılaşma yeridir.

AHİRETE İMAN VE BİREYSELLİĞİN KORUNMASI
Naslarda Allah'a iman ile ahirete iman genellikle birlikte zikredilir. Bunun nedeni Allah hakkındaki tasavvurumuzda aranmalıdır. Müminler için Allah, kendisiyle karşılaşabileceğimiz ve bizi yargılayacak bir Allah'tır, soyut bir ilke değildir O! Ahirete iman etmek Allah telakkimizi belirsiz tanrı tasavvurlarından ve bilhassa deizmden temelde ayrıştırır. Bu itibarla ahirete inancımız, Allah inancımızın bir parçası ve hatta O'nun teminatıdır. Müslümanlar için ahirete inanmak, ölüm sonrasına veya sadece öldükten sonra dirilmeye değil, Allah ile karşılaşmaya ve O'nun huzurunda toplanmaya iman etmektir. Meselenin can alıcı kısmı burasıdır. Bu nedenle de tenasüh fikri Müslümanlara saçma gelmiştir. Tenasuh inancı ölüm sonrasını Allah ile buluşma olmaktan çıkartan veya bunu önemsemeyen bir dalalet sayılmıştır. Müslümanlar Allah'a salt 'alemin ilkesi' olarak inanmaz. Hz. Peygamber bize ilke olan Allah'ı anlatmaya gelmedi. O bize bizi yargılayacak, bizi huzurunda toplayacak İlah'tan söz etti. Ahiret inancının en önemli iki ilkesi vardır ki bunlar ancak dinle gelen bilgilerdir. Birincisi bireysellik meselesidir. Allah bizi birey olarak yarattı, birey olarak huzurunda toplanacağız. Her bir ferdin, şahsiyetinin korunacak olması, Allah'ın teminatı altındadır. Ahiretin varlığı, bireysel benliğimizin korunmasını gerektirir. Bu meyanda cennet ve cehennemle ilgili söylenenlerde dikkatimizi çekmesi gereken budur; azap ve nimetten söz ediliyorsa, bireysel varlığımız muhafaza altındadır demektir. İkinci mesele ise Allah'ın ferdiyetidir. Bunu anlatmak üzere genellikle 'İlahi zat' tabiri kullanılır. İlahi zatın belirsizliğini aşmak üzere ilahi sıfatlar ve fiiller hakkında vahiy bize bilgi vermiştir. Bunların hepsi bizi bir fert olarak muhatap alan, davranışlarımıza göre yargılayan, nihayetinde ödüllendiren veya cezalandıran bir Allah inancını teyit eder. Ahirete iman etmek bize böyle bir imkanı verdiği için Allah'a imanımızın ve varlığımızın güvencesidir.

SİMYACILIK KANAATİ BİLMEKTİR
Eskiler kimya ilmiyle birlikte 'simya' dedikleri bir ilimden söz ederler. Bu ilim 'Bakırı altına çevirmek ilmi' diye şöhret bulmuş, bu nedenle zenginlik peşinde koşanların ilgilerini çekmiştir. Gerçekte arifler bakırı altına dönüştürmekten söz ettiklerinde insan ahlakının iyiye dönüşmesini kast ederler. Bakır, kötü bir huya karşılık gelirken altın iyi ahlak demektir. Onlar için simya insanın ahlakının kemale ulaşmasıdır. Simyacılığı bilen bir veli varmış. Zamanın hükümdarı onun kabiliyetini duyunca bir mektup yazarak şöyle demiş: 'Allah'ın sana verdiği kabiliyetle insanlara hizmet eyle. Bakırları altına çevir ki Müslümanlar zenginleşsin.' Veli, oralı bile olmamış. Mektuplar birkaç kere daha yazıldıktan sonra hükümdar, velinin bulunduğu yere gitmiş, öfkeyle atını onun üzerine sürerek 'Niçin istediğimi yapmıyorsun?' demiş. Veli, elindeki mendili uzatarak 'Al işte zenginlik kazandıran simya budur' demiş. Mendilde velinin birkaç günlük katığı olarak kuru ekmek varmış. Veli eklemiş: 'Zenginlik kanaatkar olmaktır. Kanaatkar olmayan her zaman yoksuldur.'

BİR AYET

Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim ki, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı... O seni yetim buldu barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yolu göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?' (Duha, 1-7)

Hz. Peygamber'e ilk vahiy geldikten sonra bir süre kesinti olmuştu. Bu nedenle Hz. Peygamber üzülmüş, endişelenmişti. Müşrikler ise 'Rabbi, Muhammed'i terk etti' diye ağlaya başlamıştı. Bu Ayet-i Kerime'ler ile başlayan Duha Suresi, Hz. Peygamber'i teselli ederek ona dönük ilahi ihsanları hatırlatmıştı. 'Allah seni terk etmedi ve sana darılmadı' diye başlayan ayetler, yetimliğinden itibaren Allah'ın peygamberine olan ihsanlarını hatırlatır. Bunun anlamı şudur: Allah seni geçmişte terk etmemişti ki, şimdi terk etsin. Allah her zaman insanla beraberdir ve onu muhafaza eder. Mesele, Allah'ın insanı terk etmesi veya ona darılması değil, insanın Allah'ın yolundan uzaklaşmasıdır. Duha Suresi, 'Rabbin nimetini zikret' diye biter. Demek ki insana düşen görev, Allah'ın ona karşı olan tavrından endişeye düşmek değil, kendi vazifesini yerine getirmektir. Uzak düşen insandır, Allah kuluna şah damarından yakındır

BR HADİS

'Adem oğluna bir vadi altın verilse ikincisini ister. Onun karnını toprak doyurur.'

Hz. Peygamber'in insan hırsını anlatan en mühim sözlerinden birisi budur. Bu hadisin söylenme nedenleri arasında amcası Hz. Abbas'ın bir savaşta ganimet almadaki hırsıdır. Amcası kendisine verilen ganimetin bir bölümünü almış, bir eliyle onu taşırken ayağıyla öteki kısmını sürüklüyordu. Bu hırsı gören Hz. Peygamber şöyle demiştir: "İnsan tabiatı hırslı ve tamahkar yaratılmıştır." Ayette nefisler, hırsa hazırlanmıştır denilir. İslam hırsı yok etmez; böyle bir şey insan tabiatına aykırıdır. Fakat hırsın yönünü değiştirerek hayır işlerde hırslı olmak bir ödev olarak yüklenir. Hz. Peygamber müminlerin iman sahibi olmasına karşı haristir. Müminler ahiret ve iman bahsinde birbirleriyle yarışırlar. Dünya işlerinde yarışmak ve hırslı olmak ile ahiret işlerindeki yarışma arasındaki fark şudur: Dünya işleri için hırslı olanlar yaraşırken birbirlerine çelme takar; ahiret için yarışanlar birbirlerine yardım ederek kemale ulaşabilirler.

SORU-CEVAP

Dedikodu yapmanın haram olduğunu biliyoruz? Bizim irademiz olmadan bazen böyle ortamlarda bulunuyoruz? Ne yapmak gerekir?

Müminler, Allah'ın yasakladığı işlerden kaçınmak zorunda oldukları kadar gerektiğinde ortamlarını da değiştirmeleri gerekir. Bu, bir tür hicrettir. Dedikodu veya insanlar aleyhinde konuşulan ortamlar 'Hicret edilmesi' gereken ortamlardır. Dil söylediğinden sorumlu olduğu kadar göz veya kulak da gördüğünden ve duyduğundan meshuldür. Bu nedenle her organı haramdan sakınmak gerekir; bunun mazereti olamaz