Mukaddes emanetler

Bugün, Sakal-ı Şerifi ve Efendimiz (s.a.s.)'in mukaddes hırkasını ziyaret edip o manevi kokuyu alabiliyorsak, bunu Sultan Selim Han'a borçluyuz.

Kaynak GAZETE Giriş Tarihi 06 Ağustos 2013 Güncelleme 07 Ağustos 2013, 02:40
Mukaddes emanetler

İÇİNDEKİLER

Topkapı Sarayı ihmal edilmemeli, Topkapı Sarayına bayramlaşmak niyetiyle ziyaret yapılmalıdır. Bu asır kültür savaşlarının cereyan ettiği ve birçok toplumun kültürel olarak tarih sahnesinden düşeceği bir yüzyıldır.
Bu sebepten dinimize ve mânevî hassasiyetimize uygun bütün hâtırâtımızı ve değerlerimizi taze ve dipdiri tutmak zorundayız.
Bu günler toplum olarak da kimliğimizi ve mânevî bütünlüğümüzü farkedebileceğimiz mevsimdir.
Kutsal emanetler, günümüzde Topkapı Sarayının özel bir bölümünde muhafaza edilen, Müslümanların mukaddes saydığı ve asırlardır hürmetle koruduğu Efendimiz (s.a.s.)'e, O'nun ehl-i beytine, dört büyük halîfeye, İslâm büyüklerine ve bazı peygamberlere ait olan eşyalardır. Bu eşyaların en kıymetlileri, hiç şüphesiz diğerlerinin de kıymetine vesile teşkil eden, Efendimiz (s.a.s.)'e ait olanlardır. Bu mukaddesatın neler olduğundan bahsetmeden önce günümüze kadar nasıl geldikleriyle ilgili birkaç şey söylemek yerinde olacaktır.
Efendimiz (s.a.s.)'e ait olan kutsal emanetler, sadece kullandıkları eşyalar değildir, mübarek Sakal-ı Şerîf'leri, Kadem-i Şerîf'leri, gasl-i Nebevî suyu gibi mukaddesat da bunların içindedir. Efendimiz (s.a.s.)'in ashabını düşündüğümüzde bunların günümüze kadar gelebilmiş olması şaşırtıcı değildir.
Efendimiz (s.a.s.) için canını, malını, her şeyini feda eden ashabı O'na ait olan her şey için birbirleriyle yarışıyorlardı.
Nitekim Efendimiz (s.a.s.) ile görüşmeye gelen müşrikler dahi şöyle diyorlardı: " Vallahi Muhammed'in dostlarının Muhammed'e gösterdikleri hürmet ve itaati, sıdk ve ihlası hiçbir kavimde görmedim.
Hatta o kadar ki Muhammed, konuşmak arzu ettiği an etrafı bir sükût kaplıyor. Sanki semâ ebkem, arz hâmuş O'nu dinliyorlar. Hiç kimse yüzünü yerden kaldırmaya dahi cesaret edemiyor." Bir müşrikin bile müşrikliğiyle idrak ettiği bu muhabbet elbette bundan da fazlaydı.
İşte bu Ashab-ı kiram hazerâtı, Efendimiz (s.a.s.)'e ait olan her şeye sonsuz bir saygı ve hürmet göstererek muhafaza ediyorlardı.
Bu emanetler, Efendimiz (s.a.s.)'in rıhletlerinden ve dört halîfe döneminden sonra sırasıyla Emevî ve Abbasî devletlerine geçmiştir.
Kutsal emanetlerin necip milletimize geçişi ise 1517 yılında Sultan Selim Han'ın Mısır seferi ile gerçekleşmiştir. Mukaddes emanetlerin büyük bir kısmı, hilâfeti Sultan Selim'e devreden III. Mütevekkil ile Kahire'ye kadar gelerek Mekke ve Medine'nin anahtarını teslim eden Mekke Şerîfi Ebû'l-Berekat'ın oğlu emir Ebû Numey tarafından getirilmiştir. İslâm mukaddesatına çok önem veren Osmanlı padişahlarının gayretleriyle İstanbul'a kutsal emanet akışı 20. yy'a kadar devam etmiştir. Milletimiz en zor günlerinde dahi bu emanetlere karşı vazifesinden vazgeçmemiştir. Bugünün Müslümanları olarak Sakal-ı Şerîfi, Efendimiz (s.a.s.)' in mübarek hırkasını görebilme, o mânevî kokuyu alabilme lutfunu yaşayabiliyorsak elbette buna Allah'ın takdiri ile vesile olan Sultan Selim Han'a vefa borcumuz olduğunu bilmeliyiz. Nitekim milletimizde kendisini dâima saygı ve minnetle yadeder. Sultan Selim Han'ın bu emanetlere gösterdiği hürmet ve iltizam da anlatılması gereken bir mevzudur.
Sultan Selim Han, Mekke ve Medine şehirlerinin anahtarları ve mukaddes emanetlerle Mısır seferinden döndüğünde halk kendisini şa'şa ve debdebe ile karşılar düşüncesiyle şehre geceleyin girilmesini emretmiştir.
Onun bu davranışı belki de emanetlere ancak mahviyetle hizmetkâr olunabileceğini gösteriyordu.
Şehre girdikten sonra sefer yorgunu oldukları halde kutsal emanetler yerleştirilirken ayakta beklemiş ve 40 hafız, Kur'an-ı Kerim'i tilavet ederek günümüze kadar bu geleneğin devam etmesini sağlamışlardır.
Yahya Kemal O'nun bu mirasını İstanbul'u İstanbul yapan iki şeyden biri olarak ifade eder: 'Anladım ki İstanbul'da iki şey var İstanbul'u İstanbul yapan; Ayasofya'da ezan, Hırka- i Saadet'te Kur'ân.' Günümüze kadar büyük bir titizlikle korunan bu eserler için sanat değeri yüksek gümüş ve altın işlemeli özel muhafazalar yapılmıştır. Mukaddes emanetlerden bazıları şunlardır:
Hırka-i Saadet: İstanbul'da iki adet Hırka-i Şerîf'in varlığı bilinmektedir. Birinci Hırka, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan iç içe iki altın sandıkta, altın sırmalı, yedi ipek kadife kumaştan oluşan bohçalara sarılı olarak korunmaktadır.
Bu Hırka, 630 yılında Hz. Peygamber (s.a.s.)'in huzurunda, ensar ve muhacirlerden oluşan topluluk önünde, İslâm'ı kabul eden Ka'b b. Züheyr'e, orada okuduğu kaside dolayısıyla bizzat Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından giydirilmek sûretiyle hediye edilmiştir. Bu sebeple, şairin bu kasidesi daha sonra İslâm literatüründe 'Kasîdetü'l Bürde' adıyla meşhur olmuştur. Osmanlı devletinde Topkapı sarayında Ramzan ayının 15. gününden sonra Hırka-i Şerîf ziyarete açılır, 'destimal' denilen mendiller hırka-i şerife sürülerek misafirlere hediye edilir ve onlar da öldüklerinde yüzlerine örtülmesini vasiyet ederlerdi.
Efendimiz (s.a.s.)'e ait diğer hırka ise kendilerine Mi'rac'ta Cebrail tarafından giydirilen ve dokumasıyla bugün dahi insanı hayran bırakan, Efendimiz (s.a.s.)'in Veysel Karani Hazretleri'ne verilmesini vasiyet ettiği Hırka-i Şerîftir. Sahabeler tarafından bu vasiyet yerine getirilmiştir. 1617 tarihinde Üveysî sülalesinden Şükrullah Efendi tarafından İstanbul'a getirilen ve kendilerine "Hırka-i Şerîf şeyhleri" adı verilen bu ailenin elinde muhafaza edilmiştir. Bugün bu hırka, İstanbul Fatih'te Sultan Abdülmecid tarafından 1851 yılında yaptırılan Hırka-i Şerîf Camii'nde muhafaza edilmekte ve Ramazan ayında ziyarete açılmaktadır.
Lıhye-i Saadet: Ülkemizde birçok camide cam mahfazalar içinde bulunmakta ve ziyeret edilmekte olan Sakal-ı Şerîf'tir.
Dendan-ı Saadet: Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in Uhud Savaşı sırasında şehid olan dişlerinin bir parçasıdır.
Livâ-i Saâdet: Ukab adı da verilen Sancak- ı Şerîftir.
Mühr-i Saâdet:
Efendimiz (s.a.s.)'in mührüdür.
Nâme-i Saâdet: Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hicretin 9. yılında, başta Bizans İmparatoru olmak üzere, İran, Mısır ve Habeşistan devlet başkanlarına birer mektup yazarak onları İslâm'a davet etmiştir. Mısır hükümdarı Mukavkıs'a gönderdiği mektup, asırlar sonra 1850 yılında, Barthelemy adlı bir Fransız tarafından, Mısır'da bir manastırın kütüphanesinde, yazma bir İncil'in kapağına yapıştırılmış olarak bulunmuştur.
Süyûf-ı Mübareke:
Hırka-i Saadet Dairesi'nde bulunan kılıçlardır. Bunların iki tanesi Efendimiz (s.a.s.)'e aittir. Diğer kılıçlardan biri Hz. Davud (a.s.)'a, diğerleri ise Hulefâ-yı Raşidîn ve sahabe-i kirâma ait kılıçlardır.
Kadem-i Şerîf: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ayak izidir.
Kemân-ı Peygamberî: Hz. Peygamber'in kullandığı yaydır.
Na'leyn-i Saadet: Hz. Peygamber'in pabuçlarıdır.
Kadeh-i Şerîf: Peygamber Efendimiz (s.a.s.)'in su içtiği ve mübarek dudaklarının değdiği kadehtir.
Gubar-ı Şerîf: Hücre-i Saâdet'in tamiri sırasında çıkarıldığına dair vesikalar bulunan topraktır.
Gasl-i Nebevî Suyu: Peygamberimizin gasil suyunun muhafaza edildiği yeşil şişenin günümüze ancak kırık parçaları ulaşabilmiştir.
Diğer Mukaddes Emanetlerin bazıları da şunlardır: Kâbe'nin anahtarı, Hacer-i Esved Çerçevesi, Mîzab-i zer (Altınoluk), Kâbe'nin kadim kapılarından bir kapı, Hz. İbrahim'in Tenceresi, Hz. Yusuf'un Sarığı, Hz. Davud'un Kılıcı, Hz. Yahya'nın Kol Kemiği, Hz. Musa'nın Asâsı, Hz. Fatıma'nın (r.a.) hırkası, Sahabe-i Kiram'ın kılıçları.

* * *
GÖNÜL SAHİFESİ

Efendimiz (s.a.s.)'in âhireti teşriflerinden sonra Hz Ömer ve Hz. Ali, Kufe şehrine geldiler. Hz. Ömer hutbesinde; "Ey Necit kavmi, Yemen şehrinin Karn köyünden kimse var mıdır?" suallerine cevaben Üveys için; " Bir deli divane deve güder, halka karışmaz, Armne deresinde bulunur. Viraneler içine gider, dünyada hiç şad u gam bilmez. Herkes güler o ağlar.
Bazen de halk ağlar, o güler." denilince Hz. Ömer; "Görmek isterim." dedi.
Hz Ali ile beraber ziyaretine gidip, kendisini namazda, develerini de -Hak Teâlâ emriyle- bir melek tarafından güdülür buldular. Namaz tamam olunca Hz. Ömer huzuruna gidip ikram ile selam verdi.
Üveys, Hazretin selamını aldı.
Ömeru'l-Faruk, ismini sual etti. "Abdullah" (yani Allah'ın kuluyum) dedi. Hz. Ömer; "Küllüna Abdulllah (Yani hepimiz Allahın kuluyuz.), esas adın nedir?" deyince; "Üveys'tir. " dedi.
Hz Ömer'in talebiyle sağ elinin içindeki beyaz nuru gösterdi. Hz Ömer; "Ya Üveys, Peygamberler Ulusu Muhammed Mustafa (s.a.s.) sana selam kıldı, ümmetime dua etsin" dedi. Üveys cevaben; "Sen dua etmeye layıksın." buyurunca Hz Ömer; "Ben dua ediyorum amma Hz. Resûl size vasiyet etti ve hem de mübarek murakka(hırka)'ını gönderdi.
Alıp giysin, ümmetime dua etsin diye vasiyetleri var." deyince, Üveys Murakka'-ı Şerîf'i alıp öptü, yüzüne gözüne sürdü. "Siz burada durun." diyerek yanlarından ayrıldı. Murakka'ı yere koyup mübarek yüzünü toprağa vurdu, yalvarmaya ağlamaya başladı. " İlâhî, bu Murakka'ı Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s.) Efendimiz, Ömeru'l- Faruk ile Aliyyu'l-Murtaza'yı ben zayıf kulunu şef'i (şefaatçi) tutarak göndermiş. Ümmet-i Muhammed'in hepsini bağışlamayınca Murakka'ı giymem." " Bâri'ye münacatında hitab-ı izzet geldi. "Şu kadarını sana bağışladım, murakka'ı giy!" "Ya Rabbi, küllüsünü bağışlamayınca giymem." dedi. İşte münacat eder ve hitab-ı izzeti işitirdi.
Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali, Üveys'in nereye gittiğini anlamak için etrafı araştırmaya çıktılar. Hazret- i Üveys'in yanına kadar vardılar.
Üveys; "Ah niçin geldiniz?
Rabbimize yalvarıyordum. 'Ümmet- i Muhammed'in hepsini bağışlamayınca murakka'ı giymeyeceğim Ya Rabbi!' diye münacat ediyordum. Sabredemediniz." dedi.
Hz Üveys Murakka'ı giydi. "Lutf u kerem-i Sübhani ile Rebia ve Mudai kabilelerinin koyunlarının tüyü adedince ümmet-i Muhammed avf ve mağfiret buyurulmuştur inşâallahu'r-Rahman." dedi.

* * *
AYET-i KERiME
*
İnsan, başı boş bırakılacağını mı sanır?
Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperm) değil miydi?
Sonra alaka (rahme asılan embriyo) oldu da (Rabbi onu) yarattı, düzenledi.
O (meni)den iki çifti: Erkeği ve dişiyi var etti.
Şimdi bunları yapan (Allah)ın ölüleri diriltmeğe gücü yetmez mi?
Kıyame 36-37-38-39-40 Bu âyet söylendiğinde "Bilakis yaratmaya kâdirdir." demek üzerlerimize düşen sorumluluktur.

* * *
Hz. İnsan'dan insana sesleniş
HADiS-i ŞERiF
* Bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve O'na şöyle dedi: "Ben gaza yapmak istiyorum. Bu konuda sizinle istişare etmek için buraya geldim.
Resûlullah (s.a.s.); "Annen var mı?" diye sordu. Adam; "Evet." cevabını verdi.
Resûlullah (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Gaza yerine annenin yanında kal ve ona hizmet et. Çünkü cennet, onun ayağının altındadır."
Nesei / İbn-i Mace Üç dua vardır ki, bunlar şüphesiz kabul edilir: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası.
İbn-i Mâce

* * *
SORDUM ÖĞRENDİM
* Duaların sonunda söylenen "Âmin" sözü ne anlama gelir; bunun dini dayanağı nedir?
Âmin, "Kabul buyur." demektir.
Dualardan sonra "Âmin" deme uygulaması sünnetle sabit olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.); "İmam 'Âmin' dediği vakit siz de 'Âmin' deyiniz. Zira kimin 'Âmin' demesi meleklerin 'Âmin' demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları affolunur." buyurmuştur (Buhârî, Ezan). Namazda Fatiha sûresi okunduktan sonra "Âmin" demek de sünnettir
(İbn Mâce, İkame).

* * *
"Ey keremi sonsuz Rabbim! Huzuruna sermaye getirmedim, ümit ile geldim. Defteri benimkinden daha kara olan birisini kimse görmemiştir. Ama senin affın her şeyden büyüktür.İlâhî! Beni affından ümitsiz etme. Ümmet-i Muhammed'i af buyur ey Aziz olan Allah!"
Âmin.