SAVAŞ AY

SAVAŞ AY

Tarihi 5 Ekim 2010

Bayramlık bir yazı

Üstünüze afiyet sağlık durumlarım biraz bozuk bugünlerde. Formdan düşmüş, bitkin ve halsiz hallerdeyim. Doktorum çok ısrarcı olduğundan onun kontrolü altında, kısıtlı yeme içe kısıtlı efor yani bir nevi klinik tutsağı durumda yaşamaktayım. "Bayram geldi gitti ama neyime?" diyecek vaziyetler hâkimdi onları paylaşacaktım sizinle. Yataktan doğrulup bilgisayar tuşlara bile basmaya zorlanınca "konserve "yazıyla idare etmek zorunda kaldım.
Affedin ne olur ve merak da etmeyin fazlasıyla telAfi ederim çünkü müthiş haberlerim, dedikodularım, gözlemlerim var

Yine yeni yeniden
Çıkın sokağa insanların suratlarına bakın. Ya da bir kenara sotalanıp gelen geçenin yüzünden ne düşündüğünü, ne yaşadığını çıkarmaya bakın.
Mat, soluk, boş bakışlar.
Asık çehreler, gülümsüz fersiz ağızlar, gözler.
Herkes sanal bir yağmurdan kaçarcasına ürkek, telaşlı, sinik, pısırık.
Göğsünü ileride tutan, durumunu çaktırmak istemeyenlerin sahte vücut diline, yüz ifadesine zaten kanmayız ki.
Herkesin olmayı istediği yerde olanların neredeyse tümü oldukları yerin ağırlığı, stresi, sorumluluğu altında ezim ezim ezilmekte. İçten kahkahalar, koşulsuz gülüşler, samimi sıcak ilişkiler nicedir sofada, sofrada, ortada yok.

Tam kafana

Yaşamın her bir köşesi mayın tarlasına dönmüş. Nereye basarsan bas ayağın mayına çarpıyor. Ya kendinle, ya çevrenle, ya ahalinle ilgili bir dert, bir sıkıntı uçup tam kafana konuveriyor.
Sen ricat ede ede gelip sıkıştığın dar alanın, küçük dünyan, ya da her nerede, hangi sığınma noktasındaysan kabus gibi sızıp gelip orada da yakalıyor seni meseleler.

Yanmaktasın

Kafani boyan belki bir lunaparkin boyulan aletlerinde hunkuren cocuk resimleri. Ya da sokaklarda kolpa yapan baldiriciplak bir alay yol kesicinin guvenlik kameralarina sizan itlikleri. Bunlara da baksan esas olarak parasızlık, yolsuzluk, huysuzluk, vefasızlık falan filan gözüken. Yani her ne şekle bürünürse bürünsün, insansın ve elbet etkilenmekte, şaşırıp, içten içe yanmaktasın.
Veee... İşte bu ahval şerait içinde, tuz biber kabilinden bir de bayram tüketiyoruz.
Ne yapacağız peki? Yaşamda olup bitenleri, sarsıp üzenleri son günü akşamında bırakıp bıçakla kesip, devrisi güne, yani bayramertesi günlere pür neşe, sağlam moral, kıpırdak yüreklerle mi, gireceğiz?

Tablet halinde

Yoksa bu hallerde olana zaten her gün bayram."Dellendik tekmil olarak" deyip, aynen devam mı edeceğiz?
Ne yazık ki size sunacağım sihirli bir formül, tablet halinde yutup rahatlayacağınız bir tılsımlı önerim yok.
Tek söyleyebileceğim bütün bunların kocaman bir oyun olduğu. Hayat dediğimiz şeyin düşsel bir sahnede bizim de katılmamızla çeşitlenen bir panayırdan farksız olduğunu düşünebilmek.
Bugün varız, yarın yokuz derler ya. İşte tam da bu lafı alıp, damarlarımızda kan diye dolaştırıp yüreğimizi, beynimizi ikna etmeliyiz. Her şey gelip geçici. Biz de öyle, herkes de öyle. Bütün ağırlığı öz bedenimizle kaldırmaya çalışmak ezer sonunda bizi.
Kan ağlasak da; sakin, ılıman, umutlu olmayı becermeye çalışmak. Belki asla becerememek ama becermeye çalışmak. Hiçbir işe yaramasa şu duygu, düşünce züğürdü hallerimize teselli olur.
Az şey değil ki bu da.