Son 15 yılın en iyi 100 filmi

15. yılını kutlayan Sinema dergisi, yayın hayatı boyunca çekilmiş en iyi 100 filmi seçti. Bu seçki, son 15 yılın sinemasına ışık tutan ve bu dönemde öne çıkan eğilimleri özetleyen bir nitelik taşıyor. İşte söz konusu filmler:

author-1
takvim.com.tr
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
15. yılını kutlayan Sinema dergisi, yayın hayatı boyunca çekilmiş en iyi 100 filmi seçti. Bu seçki, son 15 yılın sinemasına ışık tutan ve bu dönemde öne çıkan eğilimleri özetleyen bir nitelik taşıyor. İşte söz konusu filmler:
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
100-Chungking Ekspresi - Chung Hing sam lam (1994)
Yönetmen: Wong Kar Wai Oyuncular: Brigitte Lin, Takeshi Kaneshiro, Faye Wong, Tony Leung
Wong Kar Wai ile, defalarca birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Christopher Doyle, görsel açıdan başdöndürücü bir iş çıkarıyorlar; hem mecâzen hem de zaman zaman kelime anlamıyla… Farklı film hızları kullanarak, kameralarını sürekli hareketli tutarak, kareleri capcanlı renklerle bezeyerek, kentten çarpıcı ve her biri kendi karakterlerine sahip mekânlara yer vererek, Hong Kong’tan nefes kesici bir sinemasal dünya yaratıyorlar. Hem melankolik, hem umut dolu, yarı-fütürist ama geleceği belirsiz bir dünya bu. İçinde hem ‘Blade Runner’ var hem de Fransız Yeni Dalgası’nın Paris’i. Caz gibi, hem geleneklerden yola çıkmayı seven hem de serbest ve çağrışımcı bir sinema.” Sinema Kasım 2007 / Sayfa 88 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
99-Saklı - Caché (2005)
Yönetmen: Michael Haneke Oyuncular: Daniel Auteuil, Juliette Binoche
Aslında ‘Saklı’, Haneke’nin şu ana kadarki filmlerinin hemen hepsinde yaptıklarının, özellikle de bir üçleme oluşturan ‘Yedinci Kıta’, ‘Benny’nin Videosu’ ve ‘Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası’nda ele aldığı temaların bir nevi yeniden elden geçirilmiş hâli. Laurent ailesinin evinin girişini gösteren bir kamera görüntüsünden oluşan açılış planıyla beraber aklımız ‘Benny’nin Videosu’ndan ‘Ölümcül Oyunlar’a pek çok Haneke filmine gidiyor. ‘Saklı’da tipik bir kentsoylu ailenin hayatının, evlerine gönderilen video kasetlerle sarsılışını izlerken, Haneke’nin önceki filmlerinden öğrendiğimiz şu cümle tekrar kafamızda yankılanmaya başlıyor: ‘Ayakta kalmak ve kendinizi korumak için kurduğunuz sistem bir gün sizi de yutacak.’ (...) Laurent’lar gözlerini kapayıp uyumayı tercih ediyor ve gerçeklerle yüzleşmeyi ancak rüyalarında beceriyor olabilirler ama ‘Saklı’nın pek çok insanın gözünü açma, üzerine konuşulması ve yazılması gereken konuları bir kez daha gündeme getirme gücü var. Başka bir deyişle, Haneke’nin yeni filmi sadece yönetmenin filmografisindeki en iyi işlerden birisi değil, uzun süre seyircinin ve eleştirmenlerin zihnini meşgul edecek, hakkında uzun uzadıya tartışılacak bir başyapıt.” Sinema Şubat 2006 / Sayfa 23 –Engin Ertan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
98-Sonbahar - (2008)
Yönetmen: Özcan Alper Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze
Sonbahar’da farklı kişiler, öyküler, temalar karşımıza çıkıp dursa da her köşe başında yüzünü gösteren, her bakışın veya sözün altına sinen bir tek şey var, o da ölüm. İnsanların ölümü, düşüncelerin ölümü, rüyaların ölümü, ülkelerin ölümü, çocukluğun ölümü… Asıl çarpıcı olan ise filmin buna rağmen karanlık bir film olmaması. Bunun iki nedeni var. Birincisi Alper’in dünya görüşünde gizli: ‘Batı nihilizmiyle Rus nihilizmini birbirinden çok farklı görüyorum. Batı nihilizminde çıkış yoktur, kayboluş vardır. Rus nihilizminde ise insana dair bitmeyen bir inanç vardır.’ (...) İkinci sebebi ise ‘Sonbahar’ın son derece ölçülü bir film olması. Siyasetten bahsederken slogan atmayan, ölümden bahsederken ağlamayan, yalnızlıktan bahsederken umutsuzluğa kapılmayan bir film bu. ‘Ya öyle ya böyle’ keskinliğinden uzak duran, ‘hem öyle hem böyle’ deyip farklı duruşlara, ‘öyle ama böyle’ deyip soru işaretlerine kapı aralayan bir film. Hem gerçekçi hem düş peşinde. Hem yaşlı hem çocuk. Hem çaresiz hem ümitli. Karanlık olmadan hüzünlü. Yenilmeden yorgun.” Sinema Aralık 2008 / Sayfa 56 –Uygar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
97-Son Umut - Children of Men (2006)
Yönetmen: Alfonso Cuaro´n Oyuncular: Clice Owen, Julianne Moore
Sahile yaklaşıp da giderek daha çok sefaletin, daha çok şiddetin, daha çok tozun, dumanın, patlama ve silah sesinin içine girdiğimizde, Alfonso Cuaro´n’un kamerası Ridley Scott’ın ‘Kara Şahin Düştü/Black Hawk Down’ ya da Spielberg’in ‘Er Ryan’ı Kurtarmak/Saving Private Ryan’ını hatırlatan bir dinamizm kazanıyor. Yer yer sarsıcı ve başdöndürücü olmakla birlikte, tüm patlamalarına rağmen hayli insan odaklı olan filmden seyirciyi biraz koparma riski taşıyan bir tercih bu. Ne kadar hareketli olsa da üzerine kan sıçrayana kadar, ‘kamera’nın farkında olmuyorsunuz. Kan epey yadırgatıcı bir etki yapıyor –seyirciyi bir anda öyküden alıp savaş haberi izliyor ruh haline taşıdığı için de bizi doğruca günümüze bağlıyor. Ancak Cuaro´n’un, muhtemelen istemli bu küçük ‘yadırgatma seansı’ dışında, kamerası ne kadar hareketli olsa da odağını hep karakterlerin üzerinde tutmayı başardığı, manzarayı insan üzerinden tanımladığı söylenebilir. ‘Son Umut’u sadece ‘gelecekte geçen bir kovalamaca filmi’ değil de etkileyici bir distopya yapan şeyler de Cuaron’un bu tür tercihleri zaten.” Sinema Ocak 2007 / Sayfa 18 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
96-Dogville -(2003)
Yönetmen: Lars von Trier Oyuncular: Nicole Kidman, Paul Bettany
Trier’in tavrında insan nefreti veya yargılama yok. Dogme95 hareketiyle sinemanın özünü yakalamaya çalıştığını söyleyen yönetmenin, insanlığın özünü yakalamaya çalışması ve gördüklerini göstermeye çalışması bu. Kendi dahil herkese yöneltilmiş olan alaycı tavrı ise böylesine zor bir konuyu mesafeli ve daha az acıtacak bir şekilde ele almanın bir yolu. Güç, iktidar, kibir, insan doğası hakkında konuşurken kendisini de bunların dışında bırakmıyor. Kendisi gibi yazar olan Tom’a, Grace’in kasabalılarla yaşadıklarının bir oyun olduğunu söyletiyor. Trier’e göre de ‘Dogville’, kendisinin de bir parçası olduğu, yeni kuralları olan bir sinema oyunu. Dekorun, dolayısıyla duvarların ve sınırların olmadığı, hikâyenin bir tiyatro sahnesinde geliştiği bu filmde, oyunun fikir babası olarak Trier, gördüklerine ayna tutma ayrıcalığına sahip bir figür. Sinemasını tüm kandırmacalardan ve fazlalıklardan arındırma isteği sürecinde de böyle bir yabancılaştırma unsurunu kullanmayı deniyor. Böylece karakterler ve hikâye ön plana çıkıyor; Trier dekorsuz da sürükleyici bir film ve unutulmaz karakterler yaratılabileceğini gösteriyor.” Sinema Ocak 2004 / Sayfa 16 –Burcu Aykar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
95-Dönüş - Vozvrashcheniye (2003)
Yönetmen: Andrei Zvyagintsev Oyuncular: Vladimir Garin, Ivan Dobronravov, Konstantin Lavronenko
Niçin görmeliydiniz: Yer yer Tarkovski’nin ruhunu çağıran meditatif sineması için. Özellikle büyüleyici görüntü yönetimiyle akıllara kazınan ‘Dönüş’, Altın Aslan ödülünü kazandığı 2003 yılındaki Venedik Film Festivali’nden bu yana tüm dünyada ses getirmekteydi. İki yıl önce, İstanbul Film Festivali’ndeki ilk gösteriminin ardından geçtiğimiz yıl başında ülkemizde geniş gösterime giren film, burada da büyük beğeniyle karşılandı. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) tarafından geçtiğimiz sezonun en iyi yabancı filmi seçildi. 4 yıl sonra yapılacak 10 yıllık seçkilerde de adına rastlarsanız şaşırmayın.” Sinema Şubat 2006 / Sayfa 97
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
94-Köstebek - The Insider (1999)
Yönetmen: Michael Mann Oyuncular: Al Pacino, Russell Crowe, Christopher Plummer
Onur, sadakat, dürüstlük ve aile gibi kavramlar Michael Mann için önemli. Bugüne kadarki bir avuç filminde bu temaların bir kısmına doğrudan, bir kısmına ise dolaylı bir biçimde değindi. ‘Köstebek’te de Mann’in genelde öyküsünü anlatırken incelemeyi sevdiği bu temaları bulmak mümkün. Ama bir noktayı gözden kaçırmamak gerek: Masaya yatırdığı bu temalar konusunda kesin yargılar bildirmekten hoşlanmıyor Mann. Olabildiğince nesnel betimliyor her şeyi, ki izleyici kendi sentezine ulaşsın. (...) Henüz yalnızca bir elin parmakları kadar sinema filmine imza atmış olan Michael Mann, Hollywood’un en iyi yönetmenleri arasına adını yazdırma yolunda her filmiyle bir engeli daha aşıyor. ‘Köstebek’ ise onun en iyilerinden biri.” Sinema Nisan 2000 / Sayfa 22 –Burçin S. Yalçın
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
93-Duvara Karşı - Gegen die Wand (2004)
Yönetmen: Fatih Akın Oyuncular: Birol Ünel, Sibel Kekilli, Meltem Cumbul
Festivalin yarışma bölümüne Almanya adına katılan iki filmden birisi olan ‘Duvara Karşı’, Berlinale’nin en büyük ilgi odaklarındandı. Filmin basın için yapılan ilk gösteriminden başlayarak büyüyen hayranlık dalgası, ödül gecesi Fatih Akın’ın elinde Altın Ayı heykeliyle gazetecilere poz vermesiyle son buldu. Genç yönetmen sadece istediği gibi bir film çekmekle kalmamış, en inandığı, en güvendiği filmiyle takdir toplamayı ve son derece önemli bir ödül kazanmayı da becermişti. İzleyen hemen herkesin memnun kaldığı ‘Duvara Karşı’nın en büyük kozlarından birisi hikâyesi. Aslında en basit hâliyle melodram da diyebiliriz ‘Duvara Karşı’ için. Ancak bu tanımın başına ‘ağdalı’ gibi bir sıfat eklemek yanlış olur. Daha ziyade, amiyane tabirle ‘harbi bir film’ karşımızdaki. Yönetmenin, anlattığı hikâyeye gerçekten inanması ve samimiyeti, filmdeki acıları daha da keskin hâle getiriyor ve karakterlerin vücutlarına attıkları kesikler izleyicinin yüreğine işliyor âdeta.” Sinema Mart 2004 / Sayfa 52 –Engin Ertan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
92-Düşüş - The Fall (2006)
Yönetmen: Tarsem Singh Oyuncular: Catinca Untaru, Lee Pace, Justine Wadde

Yönettiği video klipler ve reklam filmleriyle büyük bir ün kazanan, 2000 yapımı ilk uzun metraj filmi “Hücre” ile farklı tepkiler çeken Tarsem Singh, altı yıllık bir aradan sonra “Düşüş” ile sinemaya dönmüştü. Sakatlanan bir dublör (Lee Pace) ve yattığı hastanede tanıştığı küçük bir kız çocuğun (Catinca Untaru) dostluğu üzerine şekillenen, hikâye anlatmanın doğası üzerine bu masalsı film, 4 yıl boyunca yirminin üzerinde farklı ülkede çekilmişti. ABD’de ancak 2008 yılında gösterime girdiğinde pek parlak bir gişe hasılatı elde edemeyen “Düşüş”, Türkiye dâhil pek çok ülkede vizyon şansı da yakalayamamıştı. Fakat gösterildiği festivallerde ve DVD baskısı aracılığıyla kendisine azımsanmayacak bir hayran kitlesi edindi. Örneğin İstanbul Uluslararası Film Festivali’ndeki gösterimi ertesinde Beyoğlu Emek sinemasında alkışların koptuğu hâlâ aklımızda.
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
91-Kayıp Otoban - Lost Highway (1997)
Yönetmen: David Lynch Oyuncular: Patricia Arquette, Bill Pulman
Lynch, finalde tekrar başa dönüyor ama filmin hikâyesini kasten boşlukta bırakıyor. Ayrıca kendi adıma bütün ipuçlarını takip ettiğimde çıktığım yer derin ve karanlık bir boşluktan başka bir şey değil. Şöyle de diyebiliriz: Baştan sona bir rüya olmaya çalışan bir film. Ya da resimde değişik öğeleri tek bir çerçevenin içinde toplayarak anlamı bir çeşit kurguyla yaratmaya çalışan ressamlar gibi David Lynch’in de filmin bütün karelerini tek bir tablonun parçaları gibi tasarlayıp çektiğini… Dolayısıyla ‘Kayıp Otoban’, Lynch’in hem rüyanın hem de resmin mantığını filmsel anlatıma çok iyi uyarladığının bir kanıtı. Buradan bakıldığında Lynch’in günümüz sinemasındaki yenilikçi yönetmenler arasındaki yeri daha da netleşiyor. ‘Kayıp Otoban’ da sinema anlatımını yenileyen, geleceğin sinemasındaki potansiyel eğilimleri haber veren bir film.” Sinema Aralık 1997 / Sayfa 32 –Mehmet Açar
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
90-Son Samuray - The Last Samurai (2004)
Yönetmen: Edward Zwick Oyuncular: Tom Cruise, Ken Watanabe
Zafer/Glory” ve “Ateş Altında Cesaret/Courage Under Fire”te savaş ve cesaret ilişkisini irdeleyen Edward Zwick “Son Samuray/The Last Samurai”da da yine benzer bir konuyu ele alıyor. Ancak bu seferki durağı samurayların mistik diyarı, yani Japon tarihi... 1870'lerde Amerikan ordusundan alkolik bir yüzbaşının Japon ordusunu eğitmek üzere ülkeye gelişiyle başlayan film, Amerikalı askerin burada geleneksel samuray kültürüyle tanışıp hem yabancılarla hem de kendisiyle barışmasını anlatıyor. Modernleşme ve geleneksellik, yani Doğu ile Batı değerleri arasındaki tezattan beslenen yapım, ‘silah icat oldu, mertlik bozuldu’ düsturunda ilerleyip, modası geçmek üzere olan samuray yaşantısını kutsarken, bir yandan da her ‘Beyaz Adam’ın kötü olmadığını, hatta yeri geldiğinde ait ve sahip olmadığı şeyler için savaşmaktan kaçınmayacağının altını çiziyor. Filmin tahmin edilir ve klişelerle süslü finalini saymazsak, Kurosawa’ya öykünen savaş sahneleri, göz alıcı kostümleri ve Hans Zimmer’in müzikleri “Son Samuray”ın ön plana çıkan özellikleri. Tom Cruise’un varlığından güç alır gibi görünen filmin asıl ağır topu ise samurayların komutanı Katsumoto rolündeki vakur duruşuyla Ken Watanabe.
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
89-Harry Potter ve Azkaban Tutsağı - Harry Potter and the Prisoner of Azkaban (2004)
Yönetmen: Alfonso Cuaro´n Oyuncular: Daniel Radcliffe, Rupert Grint, Emma Watson
Columbus, görsel olarak ilk iki kitabın hakkını vermiş sayılabilir (ana karakterlerden bazılarının castingi hep tartışma konusu olarak kalacak) ama, onun filmleri gerçek bir filmden çok, özel efektlerle desteklenmiş, beyazperdeye aktarılmış ‘okumalar’a benziyordu. Harry’nin başına gelen her şeyi filme sığdırma gayretiyle, olaylar nefes almaya fırsat bırakmadan birbirini izlemiş, işin duygusal yanı, kitabın altmetni hayli havada kalmıştı. Cuaro´n ise, özel efektlerle aksiyonu biraz geri plana itip, karakterlerin duygusal dünyası üzerinde durmuş. Tabii bu konuda Columbus’tan daha avantajlı, çünkü kahramanlar büyüdükçe duygusal dünyaları da zenginleşiyor. Ayrıca Harry ile birlikte Potter seyircilerinin yaş ortalaması da gittikçe yükseldiği için, serinin daha karanlık yanlarının filmlere dâhil edilmesi de kolaylaşıyor.” Sinema Temmuz 2004 / Sayfa 16 –Sevin Okyay
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
88-Üç Maymun - (2008)
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar, Ercan Kesal
Her bir plan popüler sinema izleyicilerinin alışık olduğundan epeyce uzun duruyor perdede. Repliklerin kendileri kadar o repliklere nasıl varıldığına, eylemlerin kendileri kadar o eylemler arasındaki tereddütlere de önem veren bir anlatım tarzı bu. Alışıldık hazırcevap alışverişler gidiyor, onların yerine iç dünyalarıyla boğuşan insanların sadece söyledikleri şeylerle değil hissettirdikleri şeylerle de yürüyen bir imalar dünyası geliyor. Her aşamada tam olarak onaylamadıkları ama işlerine gelen kararlar veren ‘Üç Maymun’ karakterlerinin baştan sona bir duygusal hazım problemi yaşadıkları söylenebilir; Nuri Bilge Ceylan’ın telaşsız gözlemciliği de bu hazım problemini çarpıcı bir şekilde sinemasallaştırıyor.” Sinema Kasım 2008 / Sayfa 26 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
87-Konuş Onunla - Hable con Ella (2002)
Yönetmen: Pedro Almodóvar Oyuncular: Javier Cámara, Leonor Watling, Rosario Flores
Almodóvar’ın yeni filmi ‘Konuş Onunla’, -önceki filmleri- ‘Çıplak Ten/Carne trémula’ ve ‘Annem Hakkında Her Şey/Todo sobre mi madre’nin izinden gidiyor. Yönetmenin sinemasından alışık olduğumuz kimi temaları bu filmde de görmek mümkün. Aralarında ilk dikkat çekeniyse sıra dışı, saplantılı bir aşk hikâyesi. Ancak yönetmen bu filminde mizaha neredeyse hiç yer vermiyor. Melodrama yakın duran öyküsünü fazla sulandırmadan anlatmayı tercih ediyor. Filmin dramatik yapısı da önceki filmlerine oranla daha karmaşık. Almodóvar, hikâyesini karakterlerin bir araya geldiği anlarda parçalara ayırıyor ve zamanda ileri-geri gitmekten çekinmiyor. Hatta ‘Konuş Onunla’ için, Almodóvar’ın olgunluk döneminin yönetmenlik sanatı açısından en iddialı ve en zorlayıcı filmi diyebiliriz. Eski hayranları mizahın eksikliğinden yakınacak olsa bile, karşımızdaki yönetmenin ustalıkla kotardığı, son derece etkileyici bir film.” Sinema Kasım 2002 / Sayfa 67 –Engin Ertan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
86-Batman Başlıyor - Batman Begins (2005)
Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Christian Bale, Michael Caine, Katie Holmes
En başarılı Batman uyarlamaları sayılan Tim Burton filmlerinin izinden giderek çizgi romanın Frank Miller’ın etkisiyle daha karanlık ve sert bir havaya bürüdüğü dönemini temel alan Christopher Nolan, Batman’i her zamankinden gerçekçi ve karakter merkezli bir yaklaşımla perdeye yansıtmak iddiasını taşıyor. Hikâyenin hiçbir noktasında seyircinin bir şeyleri önceden bildiğini farz ederek hareket etmemiş ve Kara Şövalye’nin üstün yeteneklerinden tutun da giydiği kostüme kadar her şeye mantık sınırlarını zorlamayan, gerçekçi bir açıklama getirmeye çalışmış. İnandırıcılıktan ve derinlikten çok maceranın boyutlarını önemseyen diğer süperkahraman filmlerinin aksine bu kez her şeyin bir sebebi var.” Sinema Haziran 2005 / Sayfa 42 –Senem Erdine İşmen
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
85-Üç Renk: Kırmızı - Trois Couleurs: Rouge (1994)
Yönetmen: Krzysztof Kieslowski Oyuncular: Irène Jacob, Jean-Louis Trintignant
Üç Renk üçlemesinin son filmi olan ‘Kırmızı’yı kardeşlik ilkesi üzerine kurmuştu Kieslowski. Onun kardeşlikten kastı, kelimenin genel anlamından biraz farklıydı. Bugün bizim için önemli olan bütün insanların bazı tesadüflerle hayatımıza girmiş olduklarını söylüyordu. Öyleyse henüz tanımadığımız herkes, yaşamımızın bir parçası olmaya adaydı. Ve bu durum tüm insanları görünmez bir kardeşlik bağıyla bağlıyordu. Filmin başkahramanı Valentine, arabasıyla çarptığı köpeğin sahibini ararken tanışıyordu emekli yargıç Kern ile. İnsanlarla diyalogunu büyük ölçüde kesmiş olan yaşlı adamın tek meşgalesi komşularının telefon konuşmalarını dinlemek, mahremiyet sınırlarını aşarak bir anlamda ‘Tanrı’yı oynamaktı. Kaldı ki, meslek hayatı boyunca insanların hayatlarını yönlendiren kararlar vermiş, kimilerinde son derece kişisel davranmış, kendisini görevinin de üstünde görmüştü. Valentine’in naif kişiliğinden çok etkilenen Kern, telsizini kapatıp kendini ihbar edecek, ‘Tanrı’ olmanın yorucu sorumluluğundan bir rastlantı eseri tanıştığı genç kız sayesinde kurtulacaktı. (...) Duygusal açılımlar ve kişilik tahlilleri açısından da üçlemenin en güçlü filmi ‘Kırmızı’, iletişimsizlik, yalnızlık, riyakârlık, sevgi açlığı ve bencillik üzerine de düşünmeye çağırıyordu seyircisini. Kern’in hayatlarına tanıklık ettiği hemen herkes büyük yalanlar üzerine kurmuştu yaşamını ve çoğunun bundan haberi bile yoktu.” Sinema Haziran 2006 / Sayfa109 –Pınar Tınaz
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
84-Kader - (2006)
Yönetmen: Zeki Demirkubuz Oyuncular: Ufuk Bayraktar, Vildan Atasever
Bir filmi çekerken ‘Ben bunu niye çekiyorum’ diye çok fazla düşünmem ve bu işi sezgilerime, coşkularıma bırakırım. Biraz da bunu maddi manevi koşullara bırakırım. Film bittikten sonra ise hep beraber izleyiciyle birlikte ben de düşünürüm. Şimdi de aslında küçük bir üçkağıtçılık yapıyorum ve siz sorduğunuz için düşünüyorum bu konu üzerine. Evet, insanın kötülüğüne, akıl dışılığına ilgi duyan biriyim. Çünkü insanın iyiliğinde ve aklî oluşunda benim için anlaşılabilir bir şey yok. Genel olarak filmlerimin çoğunda vardır. Karakterler hep akıl dışıdır... Hep bir imkânsızın peşinde koşma duygusu vardır, kendi kendini yok etme, kendi zararına olduğu halde bir şeyi isteme vardır. ‘Kader’ de tüm bunlara olan ilgimi anlatabileceğim en sert hikâyelerden biri. Galiba bu konuyu ele alma amacım bu. Ama film yapmak benim için neden ve sonuçla ilgili bir mesele değil. Ben bunu seviyorum, yani film yapmayı... Bunun benim için çok özel bir yanı var. Hiç kimsenin anlamadığı hiç kimsenin sezmediği bir yanı var.” Zeki Demurkubuz Sinema Kasım 2006 / Sayfa 54 -Röportaj: Murat Emir Eren, Senem Erdine İşmen
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
83-Gözü Tamamen Kapalı - Eyes Wide Shut (1999)
Yönetmen: Stanley Kubrick Oyuncular: Nicole Kidman, Tom Cruise
Stanley Kubrick’in ölmeden önce çektiği son filmi nihayet gösterimde… Daha çekimleri başlamadan bir efsane olan film, New Yorklu bir burjuva çiftinden yola çıkarak cinsellik üzerine odaklanıyor… Warner Bros.’un cinsel saplantı üzerine psikolojik bir gerilim olarak nitelendirdiği ve şirket yetkilileri tarafından, Amerika’da vizyona çıktığı güne kadar, yalnızca iki başrol oyuncusuna, Tom Cruise ve Nicole Kidman’a gösterilmiş olan film, sinemanın şimdiye kadar en çok merak uyandıran macerası oldu. Koca stüdyonun koca koca yöneticileri, en ünlü film eleştirmenleri, Cruise ve Kidman’ın dışındaki tüm oyuncular ve hatta –şaka değilbu ikisi için gerçekleştirilen gösterimin makinisti bile filmi görebilmek için vizyonu beklemek durumunda kaldı. Ne var ki filmi vakitsizce (!) gören birileri vardı yine de: MPAA, yani endüstri sansür kurulu! Onlar filmi gördüler ve hiç çekinmeden NC-17 (17 yaşından küçükler izleyemez) sınıflandırması ile taçlandırdılar. Bu, yaklaşık olarak 65 milyon dolara mal olmuş film için bir kabus, olası bir gişe hezimeti demekti. Bununla birlikte Stanley Kubrick’in, bizzat yürüteceği kurgu aşamasının ardından ortaya çıkacak nihai kurguya hiçbir gerekçeyle dokunulamayacağına, filmin ancak ve ancak o hâliyle seyirciye sunulabileceğine ilişkin bir şartı vardı. Warner Bros. yetkilileri bütün endişelerine rağmen Kubrick’in çok önem verdiği bu şarta riayet etmek zorunda olduklarını pekâlâ biliyorlardı.” Sinema Ekim 1999 / Sayfa 52
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
82-Buz Devri - Ice Age (2003)
Yönetmen: Chris Wedge ve Carlos Saldanha. Seslendirenler: Ray Romano, John Leguizamo, Denis Leary

Sadece çocuklara değil yetişkinlere de hitap eden, ustaca tasarlanmış, yeni animasyon harikalarından biriyle karşı karşıyayız: ‘Buz Devri’. Batı’da büyük ilgi gören ve gişede çok başarılı olan film, animasyon tekniğine getirdiği yeniliklerle de dikkat çekiyor. Animasyon filmlerde beceriksiz oyunculukla ilgili sorunlar yaşanabileceğini ‘Final Fantasy’ gibi örneklerden biliyoruz. Sadece seslendirme değil yüz mimikleri açısından da sınıfta kalan, Dolph Lundgren muadili oyuncular gördük. ‘Buz Devri’ bu açıdan epeyce zor bir işe girişiyor; hayvanlarla çalışıyor. İki ayağı üzerinde yürüyen Sid karakterini ve pek şahane bir vücut dili tutturmuş Diego karakterini bir tarafa bırakalım, ama kocaman burnu yüzünden ağzı görünmeyen, dolayısıyla mimik potansiyeli yarıya düşen, vücut dili namına aheste beste yürümekten başka hiçbir potansiyel içermeyen devasa bir mamuttan, yani Manfred’den çıkarılan performansa ne demeli? Sadece bakışlarıyla oynayan Manfred’in hakkını Chris Wedge’e vermek gerekir. Filmdeki oyunculuğun bu açıdan birinci sınıf olduğunu belirtmeliyiz.” Sinema Şubat 2003 / Sayfa 64 –Ferhat Neptün
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
81-Not Defteri - The Notebook (2004)
Yönetmen: Nick Cassavetes Oyuncular: Ryan Gosling, Rachel McAdams, Gena Rowlands

Ünlü Amerikalı yazar Nicholas Charles Sparks’ın aynı adlı romanından uyarlanan “Not Defteri”, iflah olmaz aşk filmi tutkunlarının yeni nesil “Aşk Hikâyesi”… Rivayete göre Sparks’ın eşinin dedesi ve büyükannesinin arasındaki aşk, bu romana esin kaynağı olmuş. Yıllar içinde yazarın bestseller olmuş üç romanı (Message in a Bottle, A Walk to Remember, Nights in Rodanthe) daha sinemaya uyarlandı ancak hiçbiri “Not Defteri” etkisi yaratamadı. Klasik Yeşilçam melodramlarını aratmayan “Not Defteri”; çevrenin, koşulların ve zamanın karşılarına çıkardığı tüm engellere direnen zengin kız ile fakir çocuğun aşkını konu almakta. Ryan Gosling ile Rachel McAdams arasındaki güçlü kimyadan destek alan yapım, beyazperdede katıksız bir aşk masalına dönüştü. İzleyiciyi kâh hastane odasında ağlattı, kâh lunaparkta yeşermiş ilk aşkını hatırlatıp tebessüm ettirdi. En çok da “her zaman, her yerde, her koşulda tek vazgeçilmez şey aşktır” diyerek aşkı arayan ama bulamayan, bulup da kaybeden ya da bulmaktan ümidi kesenleri, masallarda yaşanabilecek büyülü bir sevda öyküsüyle teselli etti.
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
80-Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi - Sweeney Todd: The Demon Barber of the Fleet Street (2008)
Yönetmen: Tim Burton Oyuncular: Johnny Depp, Helena Bonham Carter, Alan Rickman

Karındeşen Jack’in rakibi, İngiliz edebiyatının ucuz macera romanlarının unutulmaz karakteri Sweeney Todd, Tim Burton tarafından, Broadway müzikalinden yola çıkılarak beyazperdeye uyarlandı… Film üzerine varılan ortak görüş, dönemin İngilteresi’ni başarıyla anlatan setleriyle ve siyah-beyaz tonlarının hâkimiyetindeki sadece kan kırmızısıyla renklenen genel atmosferiyle, Burton’ın madalyonun karanlık yüzüne olan ilgisini son derece başarıyla yansıtıyor olması. Cinayetleri bol kanlı bir gösteriye dönüştürmekten çekinmeyen yönetmenin en büyük kozlarının oyuncuları Johnny Depp ve Helena Bonham Carter olduğuna şüphe yok. Her zamanki Burton estetiğinin seyirci üzerinde hipnotik bir etki yarattığından bahseden eleştirmenler, bu yılın en iyi on filmi arasına şimdiden ‘Sweeney Todd: Fleet Sokağının Şeytan Berberi’ni yerleştirmiş durumdalar. Filmin Burton hayranları için büyük bir şölen olacağı kesin. Eşinin elinden yiyeceğimiz börekler de cabası!” Sinema Şubat 2008 / Sayfa 42 –Ebru Çeliktuğ
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
79-Fargo (1996)
Yönetmen: Joel ve Ethan Coen. Oyuncular: Steve Buscemi, Peter Stormare, Frances McDormand, William H. Macy

"Fargo", yan yana varolan iki ayrı görsel dünyadan oluşuyor. Karla kaplı, donuk, soluk bir gökyüzünün altında uzanan bembeyaz düzlükler ve kasvetli, loş iç mekânlar… Her iki dünya da aşağı yukarı aynı şeylerin altını çiziyor: Can sıkıntısı, boşluk ve tekdüzelik… Hikâye ise hiç tekdüze değil. Tam tersine gayet akıcı. Fakat bütün bu akıcılığa rağmen ‘gündelik hayatın bayağılığı’ diye kısaca özetleyebileceğim bir durum var ki, bu, filmin her yerinden sızıyor ve ‘Fargo’ya asıl kimliğini, temel özelliğini kazandırıyor: Depresif bir kış mevsiminde cinnete ve şiddete doğru sapan sıradan insanlar… Ve finalde bir hiç uğruna ölen onca insana, yıkılan bir aileye, hiç kimsenin işine yaramayan, karlar altındaki o yüz binlerce dolara ve filmin tümüne sinmiş o ironiye, kara mizaha rağmen, hayatın olanca yeknesaklığıyla akıp gitmesi gerçekten insanın tüylerini ürpertiyor. O noktada Coen’lerin bir ‘suç filmi’ kisvesi altında ‘gündelik hayatın içinde saklanmış melankoli, şiddet ve sıradanlık’ üzerine ironik bir zihin jimnastiği yaptığı ihtimali daha da kuvvetleniyor.” Sinema Kasım 1996 / Sayfa 28 –Mehmet Açar
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
78-Babil - Babel (2006)
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu Oyuncular: Cate Blanchett, Brad Pitt, Gael García Bernal

Babil’in, adının da gösterdiği gibi, çok net bir merkezi teması var: İletişimsizlik. Semalara ulaşmak isteyen insanoğlunun Tanrı tarafından dili dolaştırılarak cezalandırılışının ve bunun sonucunda lisanlarının doğuşunun öyküsüne gönderme yapan ‘Babil’ ismi, filmin üç ayrı kıtada ve dört ayrı dilde geçen dört parçası için bir tür şemsiye oluşturuyor. Filmde, dil farkı, insanlar arasındaki iletişimin önündeki ilk gözle görülür engeli teşkil ediyor etmesine ama ‘Babil’in asıl derdi bu gibi görünmüyor. Aynı dili konuşup anlaşamayan karakterleriyle de ifade edildiği üzere, insan deneyiminin, genelde ‘evrensel’ tanımlaması uygun görülen niteliklerine rağmen, insanların birbirlerinin meramlarını anlamak konusundaki arızaları asıl mesele. ‘Babil’in ortaya koyduğu manzaradaki temel ironi şu: Enformasyon zengini bu yeni dünyada ‘anlayış’ değil ‘iletim’ hızlanıyor sadece; bu da en az ‘anlaşmayı’ olduğu kadar anlaşmazlıkları da hızlandırıyor.” Sinema Aralık 2006 / Sayfa 28 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
77-Vol-i - Wall-E (2008)
Yönetmen: Andrew Stanton Seslendirenler: Ben Burtt, Elissa Knight, Jeff Garlin

Vol-İ’ pek çok açıdan cesur bir animasyon. Öncelikle öykünün kahramanı uzun yıllar çöp toplamaktan artık paslanmış, modası geçmiş ve eski teknoloji ürünü bir robot! Dev çöp kulelerinin yükseldiği iç karartıcı bir kıyamet sonrası dünya manzarası, filmin fonunu oluşturuyor. Ve en önemlisi de filmin ilk yarım saati diyalogsuz geçiyor. Vol-İ’nin günlük yaşamından kesitler sunan ve Eve ile karşılaşmasını anlatan bu bölüm, modern bir sessiz film izlenimi yaratıyor insanda. Daha sonrasındaysa insanoğlunun Buy and Large (Satın al ve Genişle) adlı bir şirket yüzünden düştüğü içler acısı durum var ki, bu açıkça günümüz ABD’sinin tüketim alışkanlıklarına ve sağlıksız beslenmenin sembolü olarak gerçek bir probleme dönüşmüş obeziteye sert bir eleştiri. (...) ‘Vol-İ’ bir komedi olarak yola çıkıyor ama sonra merkezine bir aşk hikâyesi yerleştiriyor. Tekinsiz bir gelecek atmosferi çizerek seyirciyi ister istemez çevreyle ilgili kafa yormaya zorluyor ama bunun yanında aksiyondan da payını alan ve birkaç türü birleştiren zengin bir animasyona dönüşüyor. Üstelik film, teknik kalitesiyle de diğer animasyonlardan büyük farkla ayrılıyor.” Sinema Eylül 2008 / Sayfa 50 –Ebru Çeliktuğ
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
76-Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana - Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998)
Yönetmen: Guy Ritchie Oyuncular: Jason Flemyng, Dexter Fletcher, Nick Moran

İngiliz yönetmen Guy Ritchie, ilk iki filmiyle kendisine çabucak pek çok hayran edinmiş, eski eşi Madonna hatırına yönettiği “Swept Away”le ise kariyeri aynı hızla irtifa kaybetmişti. Yine de zamanında dünyanın dört bir yanındaki sinemaseverlerin kalplerini çaldığı “Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana” ve “Kapışma” günümüz sinemasının en sevilen filmleri arasındaki yerlerini koruyorlar. Ritchie’nin bu iki filmi gösterime girdikleri dönemde, genç yönetmenin ekseriyetle Quentin Tarantino ile karşılaştırılmasına neden olmuşlardı. Benzer şekilde küçük suçluların dünyasına dalan Ritchie, Tarantino vari laf cambazlıklarına ve esprili diyaloglara bolca yer vermekteydi. Diğer yandan, tıpkı Tarantino gibi o da müzik kullanıma önem veriyor, ancak bu noktada Amerikalı meslektaşından ayrılıyordu. Yıllar önce Hollywood’a transfer olan kimi İngiliz ustaları gibi, Ritchie de hızlı bir kurguyu ve bugün ‘video klip estetiği’ diye anılan görsel tarzı tercih ediyordu. Seyircisine soluk aldırmadan, sayısız aksiliğe gebe bir suç öyküsü anlatan “Ateşten Kalbe, Akıldan Dumana” gerek biçimi, gerekse zekice senaryosuyla epey ilgi görmüştü. Aradan geçen 10 yıla rağmen seyir keyfinden bir şey kaybetmediğini söylemekse yanlış olmaz.
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
75-Karanlıkta Dans - Dancer in the Dark (2000)
Yönetmen: Lars von Trier Oyuncular: Björk, Catherine Dene uve, David Morse

Trier, müzikal türünün geleneksel yapısını, belki de tarihinde ilk kez düşünsel bir temele oturtuyor. Hikâyenin, türün basit bir malzemesi olduğu yapıyı tersine çeviriyor; türü, hikâyesinin bir aracı haline getiriyor. (...) Öte yandan Trier’in müzikalinde korkunç şeyler de oluyor. Böylece Trier, filminin gerçekten ‘müzikal’ olup olmadığını da tartışmaya açık hâle getirmek istiyor gibi. (...) Yönetmenlik için söylenebilecek tek şey, mükemmel olduğu... ‘Karanlıkta Dans’ın her anı gibi sonu da kelimenin tam anlamıyla göz kamaştırıcı. Trier, başından beri söylediği tüm sözleri özetleyip bir sonuca bağlarken, aynı zamanda bu sözlere yeni anlamlar kazandıran ve seyircinin zihninde ve kalbinde filmin ardından devam edecek yeni tartışmalara kapı açan, etkileyici bir finalle filmine noktayı koyuyor. Hiçbir görüntünün olmadığı, simsiyah ekranın üzerinde müziği işittiğimiz bir sahneyle başlamıştı filmine Trier ve böylelikle, gözleri görmeyen Selma’nın ağzından ‘Görülecek ne kaldı?’ sorusunu duyduk bir ara... Trier sonuçta bu sorunun yanıtını veriyor: Görülecek çok şey var. Daha önemlisi ‘görmek için gözlere ihtiyacımız yok’. Hayata ‘kulak verin’. Hayatı hissedin.” Sinema Aralık 2000 / Sayfa 15 –Uygar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
74-Başkalarının Hayatı - Das Leben der Anderen (2006)
Yönetmen: Florian Henckel von Donnersmarck Oyuncular: Ulrich Mühe, Sebastian Koch, Martina Gedeck

Alman yönetmen çok bilinen bir stereotipten yola çıkıp, gerçek bir karaktere doğru giden uzun bir yolculuk sunuyor seyirciye. Görkemli dramatik kırılma anlarından çok, küçük adımlarla ilerleyen bir yolculuk bu. Ve Wiesler rolündeki Ulrich Mühe’ninki başta olmak üzere, güçlü performanslarla ayakta duran bir yolculuk. Çünkü sonuçta büyük bölümü bir tavan arasında, bir dairenin içinde ve onun penceresinden baktığı sokakta geçen, kullandığı mekânın kısıtlılığı ile bir TV oyununu andıran bir film bu. Tamamen oyunculuklarına, jest ve mimiklere, konuşmalara yaslıyor sırtını. Yönetmenin bu dar alanda görsel olarak da etkileyici, paranoya sinemasının estetik geleneğinden epey faydalanan, nostaljik tatlarla dolu, canlı bir film çıkardığı söylenebilir. Gözetlenme kuşkusuyla dışarıda atılan turlar, duvarların içine gizlenen kablolar, tavan arasında yerleşmiş suratsız gözetlemeciler, sistemin gücünü kendi çıkarları için kullanan ‘yetkili’ler, metodik sorgular... Öte yandan filmin temel kaygısı, eski bir rejimi yerden yere vurmaktan ziyade, enformasyon patlaması yaşayan ve başkalarının hayatına konuk olmanın eğlence türü haline geldiği bir devirde bile geçerliliğini koruyan bir insan öyküsü anlatmakmış gibi görünüyor.” Sinema Nisan 2007 / Sayfa 34 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
73-Sihirbaz - The Illusionist (2006)
Yönetmen: Neil Burger Oyuncular: Edward Norton, Paul Giamatti, Jessica Biel

Steven Millhauser’in Eisenheim the Illusionist adlı kısa hikâyesinden Neil Burger’ın uyarladığı ve yönettiği ‘Sihirbaz’, kostümleri ve dekorlarıyla, 20. yüzyıl başlarından, etkileyici bir Viyana atmosferi getiriyor beyazperdeye. Hikâye ise hem sihirbazlık hem de sinemasal anlatım açısından bilindik birçok numarayı, yani klişeyi barındırıyor. Zengin kızfakir erkek aşkı, iktidar ile ezilenin savaşı, sınıf çatışması, bilim ile sihrin tezadı… Bütün bunlar polisiye ve tarih dokusuyla harmanlanıyor. Film, izleyicinin yakışıklı sihirbaz ile güzel sevgilisinin kavuşup kavuşamayacağına dair merakını ayakta tutmak için uğraş veriyor. Zaten filmin arkasını yasladığı en önemli dayanak da finale doğru ortaya çıkan sürpriz gelişme… ‘Sihirbaz’ bu sürprizi erkenden fark edenleri, başarılı dönem atmosferi, Philip Glass’ın müziği, Edward Norton’ın karizmatik görüntüsü ve Paul Giamatti’nin öne çıkan oyunculuğuyla teselli etmekte. Entrikalara kapılıp, malum sürprize şaşıranlara ise inandırıcılık sorunu yaşamadan filmin renkli dünyasının keyfini çıkarmak kalıyor.
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
72-Kelebek Etkisi - The Butterfly Effect (2004)
Yönetmen: Eric Bress ve J. Mackye Gruber Oyuncular: Ashton Kutcher, Melora Walters, Amy Smart

Kelebek Etkisi’, zamanda yolculuğun hepimiz için muğlak bir kavram ve önünde sonunda bir fantezi olmasına sığınarak, bu alanda tutarlı davranmaya hiç özen göstermiyor. (...) Senarist/yönetmen Eric Bress ve J. Mackye Gruber, seyircinin ‘ayrıntılara’ takılmamasını sağlamak, ilgisini başka yöne çekmek için bayağı uğraşıyorlar. Filmin ilk yarım saatinde hikâyenin temelini attıktan sonra, giderek hızlanan hikâye kurgusu, görsel efektler, gerilim trükleri ve Evan’ın hayatındaki ani ve çarpıcı değişimlerin vur-kaç etkisiyle, seyirciyi önlerine katıp sürüklüyorlar. ‘Dursana bi dakka!’, ‘iyi ama’ gibi sitemlere, şikayetlere fırsat bırakmadan getirip finalin kapsına bırakıyorlar. Bir bakıma iyi de oluyor. En azından film; sığ, pırıltısız ve sıkıcı olmak yerine sadece sığ ve pırıltısız olarak kalıyor. ‘Kelebek Etkisi’nin asıl derdi, ‘hayatta her şey mükemmel gitmez; bir şeyler kazanmak için bir şeyleri kaybetmeyi göze almalısın, mutluluk için bir parça acı çekmeye razı olmalısın’ demek. Yani ‘elinde geçmişi değiştirmek gibi bir güç varsa bile hayatındaki sökükleri dikmeye kalkma; başka yerlerden yırtarsın’ demeye getiriyor.” Sinema Mayıs 2004 / Sayfa 16 –Uygar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
71-Boş Ev - Bin Jip (2004)
Yönetmen: Kim ki Duk Oyuncular: Lee Seung-yeon, Lee Hyun-kyoon, Kwon Hyuk-ho

Filmin sessizliğinde herkese yer var. Başkarakterlerin konuşmadan iletişim kurdukları bu tuhaf ve çekici filme dileyenler sınıf çatışması üzerinden yaklaşabilir. Kimileri de haklı olarak düşünmeyi bir yana bırakmak isteyecektir. Sonuçta ‘Boş Ev’in akla seslendiği söylenemez. Benim tercihim ise filme bir ruhsal büyüme öyküsü olarak bakmak. (...) Adam önceleri ruhsal anlamda küçük bir çocuktan farksız. (...) Aklını yitirdikçe ruhuna yaklaşıyor. Bedeniyle ruhu arasındaki karşıtlığa son vermek ve ruhsal gelişimini tamamlamak için kendini inzivaya ve fiziksel acıya mahkûm ediyor (hapse giriyor). (...) Bu süre boyunca kadın adamı sabırla bekliyor. O kendi hapishanesinde (evinde), kendi zalim gardiyanı (kocası) aracılığıyla acısını çektiği, çilesini doldurduğu için çoktan büyümüş. Sevdiği adamın gelip onu kurtarmasını beklediği sanılmasın. Sevdiği adamın büyüyüp kendisiyle ‘aynı düzeye gelmesini’ bekliyor. Nitekim adam hapishanede büyüdükçe, adımları kadınınkilere uyum sağlıyor. Filmin son karesi, Drayer’in başyapıtlarından ‘Ordet’nin finaliyle kıyaslanacak ölçüde doğaüstü.” Sinema Haziran 2005 / Sayfa18 –Uygar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
70-Uzak (2002)
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Zuhal Gencer

Nuri Bilge Ceylan, kasaba ya da kent değil, örneğin uzay istasyonunda geçen bir öykü de aktarsa aynı gerçekliği yakalayabileceğini kanıtlıyor ‘Uzak’ta ve sinema dilinin hep aynı olgunluğu, ustalığı, özgünlüğü koruyacağını gösteriyor. ‘Ne söylesek övgü olur!’ diyebileceğimiz mekân ve ışık kullanımı, büyük özenle, incelikle yazılmış, yaşamın içinden sökülüp alınmış diyaloglar, olağanüstü karakter çizimleri ve zekice ayrıntılarla örülmüş yeni bir Nuri Bilge Ceylan başyapıtı ‘Uzak’. (...) Ceylan’ın ilk iki filmine oranla biraz daha ‘çeşitlendirdiği’ oyuncu kadrosu, ‘Uzak’ın en çok takdir edilmesi gereken yanlarından, senaryonun sağladığı geniş ama gayet iyi hesaplanmış hareket alanı içinde, son derece özgür ama bir o kadar da ‘yönetmene bağlı’ biçimde performans gösteriyor. (...) Ceylan, çoğu seyircinin her iki ana karakterde de kendisinden çok şey bulup, kâh biri, kâh diğeri olacağı, yer yer ‘dejavu’ duygusu bile uyandırabilecek, dupduru, ticari sinemanın her türlü klişesinden uzak, tadına, samimiyetine, sıcaklığına doyulmaz bir filmle doğru bildiği yolda yürümeyi sürdürüyor.” Sinema Ocak 2003 / Sayfa 14 –Tunca Arslan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
69-Ruhların Kaçışı - Sen to Chihiro no kamikakushi (2001)
Yönetmen: Hayao Miyazaki Seslendirenler: Rumi Hîragi, Miyu Irino, Mari Natsuki

Ruhların Kaçışı’ bizlere, görmek istemediklerinizi reddetmeyin diyor. Kolay kolay hayal edilemeyecek bir evreni gözle görülür kılarken, farklı olanı ve hayattaki zıtlıkların varlığını kabul etmeyi öneriyor. İçerdiği tematik zenginlik bir yana, ‘Ruhların Kaçışı’ görsel açıdan da büyüleyici bir anime. Hayao Miyazaki’nin üstün hayal gücünden çıkıp gelen tasarımlar, hem filmin içeriğine destek oluyor, hem de seyirciye en şahanesinden bir rüya sunuyor. Senaryo ise bir ‘bildungsroman’ı aratmayacak zenginlikte. Miyazaki, Chihiro’nun ruhlar alemindeki yolculuğunu müthiş bir olay örgüsüyle veriyor. Küçük kızın tanıştığı her yeni karakter, önüne çıkan her yeni görev, filmin dramatik yapısını zenginleştiren ve sağlamlaştıran bir düğüme dönüşüyor. Sinema tarihinde çocukluğu geride bırakmak, olgunlaşmak ve hepsinden önemlisi kendini bulmak (Chihiro’nun başarması gereken şeylerden birisinin de gerçek ismini geri almak olduğunu unutmamak gerek) üzerine çekilmiş en iyi filmlerden birisi olan ‘Ruhların Kaçışı’nı bir başyapıt olarak tanımlamak hiç yanlış olmaz. Miyazaki’nin bizzat ifade ettiği gibi, hem 10 yaşında olmuş, hem de 10 yaşında olacak insanlara hitap ediyor, yani herkese...” Sinema Temmuz 2004 / Sayfa 18 –Engin Ertan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
68-İnce Kırmızı Hat - The Thin Red Line (1998)
Yönetmen: Terrence Malick Oyuncular: Sean Penn, Adrien Brody, Ben Chaplin

Donanmanın ön kolu, Guadacanal üzerindeki adalardan birine çıkartma yaparken uzun süre (yaklaşık bir saat) düşmanın en küçük bir suretini bile perdeye düşürmüyor Malick. Bu noktalarda film, savaşın anlamsızlığını, bir paranoya esprisi içinde mi bize yansıtmak istiyor diye düşünüyorsunuz. Bütün bu aşamalarda adanın doğal örtüsünü oluşturan upuzun otlar, bir Tarkovski yapıtından ödünç alınmış kadrajlarla karşımıza geliyor ve filmin yüreğimize açtığı hüzün hanelerine, her bir karede yenileri ekleniyor. Malick bu bölümlerde yavaş yavaş tezlerini de açmaya başlıyor. Mesele insanın insanla savaşı değil, insanın doğayla savaşıdır. Nitekim ardından da iki tarafı karşı karşıya getiriyor yönetmen. Ama bu karşılıklı mücadelenin özellikle ikinci bölümü muhteşem. Amerikalılar ve Japonlar bir sıcak çatışmayla birbirlerine girerken, dış sesler yerini aryalara bırakıyor ve bir belgesel tadı hakim oluyor filme. Burada, neyin kavgasını yaptığını bilmeden akıl dışına taşan insan görüntüleri, kolay kolay belleklerden silinmeyecek kadrajlarla karşımıza geliyor. Bu sahneler, savaşın anlamsızlığı üzerine sinema tarihindeki en anlamlı sahneler belki de.” Sinema Mart 1999 / Sayfa 19 –Uğur Vardan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
67-Amerikan Güzeli - American Beauty (1999)
Yönetmen: Sam Mendes Oyuncular: Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch

Tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes’in Amerikan banliyö yaşamı ve orta yaş krizinin olası faydaları üzerine gerçekleştirdiği filmde, Lester Burnham ve çoktan işlevsizleşmiş çekirdek ailesinin geçirdiği değişimi (daha doğrusu parçalanmayı) izliyoruz. Hazır yaşam tarzlarını sorgulamadan benimsemeye, seçme ve isteme yetisini yitirmeye karşı savaş açan ‘Amerikan Güzeli’, tıpkı ‘Dövüş Kulübü’ gibi uyandırmaya yönelik bir tür ‘çalar saat’ kimliğine de bürünüyor. (...) Senarist Alan Ball ve yönetmen Sam Mendes, yüzeyin ardına düzenledikleri yolculukta çıkış noktası olarak ‘güzellik’i kullanıyorlar. Hem yüzeydeki güzelliği hem de gizli güzelliği... (...) Neyin güzel, neyin çirkin hatta neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki hazır kalıplar, zaten bireylere bırakılmadan gündelik hayatın içine yedirildiğinden, özel bir çaba harcamadan yaşantımıza işliyor. Bir anlamda, farkına varmadan paketler halinde hazır beğeni satın alıyoruz. ‘Amerikan Güzeli’, insanın hayatında durup soluklanmasını ve kitleler için üretilen bu beğenilerin/değerlerin peşine, onları hiç sorgulamadan takılmanın hayatı nasıl şekillendirebileceğine (ya da şekilsizleştirebileceğine) bakmasını salık veriyor.” Sinema Ekim 2002 / Sayfa 94 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
66-21 Gram - 21 Grams (2003)
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu Oyuncular: Sean Penn, Naomi Watts, Benicio Del Toro

'21 Gram' çözülmeyi bekleyen bir puzzle değil. Kurduğu cümleler, ne demeye çalıştığı, hepsi çok açıklar. Ancak belki ikinci bir seyir deneyimi, kimilerimizce eksikliği hissedilen tavrı, bakış açısını ve dünya görüşünü sezmeye yardımcı olabilir. Zira, tıpkı Dogma filmleri gibi, baştan sona mistik ve dini referanslarla dolu ‘21 Gram’ın yaşam, ölüm gibi kavramlara ve insan hayatının gerçekliğine hangi perspektiften baktığını bilmek gerekiyor. Kaldı ki söz konusu akıma bir türlü ısınamamış insanların Dogma ile temel sorunlarının başında da bu geliyor. Başka bir deyişle, ‘21 Gram’ yüzeyde bir Dogma filmine benzemese bile, alttan alta benzer bir tavır sergiliyor ve aynı handikapları taşıyor. Belki bu noktada Iñárritu’yu Dogma’nın fikir babası Lars von Trier’e benzetme imkanı da ortaya çıkıyor. Tıpkı von Trier gibi, Meksikalı yönetmenin de zamanla seyirci ve eleştirmenleri iki kampa ayırması mümkün. Kendisinin yaratıcı ve usta bir yönetmen mi, yoksa kolay yoldan insanları manipüle etmeye bakan bir acı simsarı mı olduğu önümüzdeki günlerde çokça tartışılabilir. Hâliyle ‘21 Gram’ da bir kesim seyirci ve eleştirmen için bir muamma, bazıları içinse çok iyi bir film, hatta bir başyapıt olacak.” Sinema Haziran 2004 / Sayfa 47 –Engin Ertan
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
65-Köstebek - The Departed (2006)
Yönetmen: Martin Scorsese Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Matt Damon, Jack Nicholson

Çin versiyonundaki Hong Kong mafyasının yarattığı otantik atmosferi, Boston’da kendi kurallarıyla var olan İrlanda alt kültürüyle bağdaştıran ‘Köstebek’, Scorsese’yi ister istemez ‘beklenti’ yaratan ‘mafyöz’ içerikli ve ‘şiddetli’ filmlerinden birini yapmaya sevk ediyor. Orijinal yapım (Kirli İşler/Mou gaan dou), ustanın elinde, 90’lı yıllardaki filmlerine benzer bir filme dönüşmek için cazip bir fırsat haline geliyor ‘Köstebek’te. Hatta daha da ileri giderek, onu tetikliyor diyelim. Mafya, muhbirler, polis, bar köşeleri, izbe evler, hiç uğruna ölen insanlar... Her biri, Scorsese’nin son yıllarda karşımıza çıkarmadığı türden bir filme imza atmasını sağlıyor. Bu nedenle Scorsese’nin istemsizce bu tip bir filme yöneldiğini korkmadan söyleyebiliyoruz. İzleyicinin de ‘New York Çeteleri’ veya ‘Göklerin Hâkimi’ gibi 50’lerin klasik Hollywood’una yakın duran filmlerden ziyade, ustadan, kendilerine perdeden tükürüp bıçak sallayan bir sokak serserisi beklediğine ya da genel olarak sinemada böyle şeyler görmek istediğine ikna olabiliriz. Hâliyle, karşımızda her şeyiyle bir Scorsese filmi değil, Scorsese filmiymiş gibi davranan bir yeniden çevrim olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz.” Sinema Aralık 2006 / Sayfa 29 –Murat Emir Eren
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
64-12 Maymun - Twelve Monkeys (1995)
Yönetmen: Terry Gilliam Oyuncular: Bruce Willis, Brad Pitt, Madeleine Stowe

60‘lar ve 70’ler sinemasında rüya-kâbus deyince, yönetmenlerin aklına geniş açılı çerçeveler, ağır çekimler, eğik açılar, puslu resimler gelirdi. Terry Gilliam ‘12 Maymun’da bu tekniklerin hepsini harmanlıyor ve kendine has bir kâbus yaratmayı beceriyor. Anlatımının en belirleyici özelliği dar alanda, yakın ölçeklerde hareketli kamera kullanması. Bunu, kahramanın halet-i ruhiyesinin seyrini ‘yakından’ takip etmemiz için yapıyor. Gilliam’ın bir derdi de, seyircinin filmle arasına mesafe koymasını engellemek ve bir kâbusu bütün heyecanıyla yaşatmak. Dolayısıyla serinkanlılıktan çok uzak, seri planlara, garip açılara dayanan bir dekupaja başvuruyor. (...) Sonuç olarak ‘12 Maymun’ iyi yönetilmiş, iyi oynanmış, iyi bir hikâye. En önemlisi, kendine has görsel yapısı ve stiliyle Gilliam’ın günümüzün önemli yönetmenlerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Hikâyenin karışık ve mantıksız olduğunu söyleyenlere de aldırmayın. Sanat yapıtlarının aklı başında ve mantıklı olması gerektiğini kim iddia edebilir ki? Ayrıca ‘12 Maymun’ başı sonu belli bir hikâye anlatmaktan çok, cinnetin kendisi olmaya çalışıyor. Ve oluyor da...” Sinema Temmuz-Ağustos 1996 / Sayfa 24 –Mehmet Açar
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
63-Issız Adam - (2008)
Yönetmen: Çağan Irmak Oyuncular: Cemal Hünal, Melis Birkan

Alper eski, naif, el değmemiş şarkılarda aradığı, belki de hiç var olmamış bir saflığı arzuluyor. Sahtekarca bir nostalji bu; geçmişe geri dönme şansı olsa muhtemelen aynı yola sapacak yine. Kirli hissediyor kendini, bu yüzden temiz olanla (saf bir aşk) kanı uyuşmuyor. Ada ise bu şarkılara kandığı, yürümeyeceğini bildiği bir aşka prim verdiği için masum değil (kurban hiç değil). O da arızalı, yaşanamamış bir aşkın fikriyle eziyet çekmekten bir nevi hoşlanıyor aslında. Hiç yaşamadığı bir kasabaya gidip, yabancı bir odadaki eşyalara nostaljiyle yaklaşabilmesi ondan. Ayrıldıktan sonra çocukluk evini gizli gizli ziyarete gittiği Alper’in bir plağını alıp, hayatının geri kalanında ona anlamlar yükleyebiliyor. Öte yandan Alper’in fetiş objesi ise Ada’nın onun evinde unuttuğu tokası oluyor. Sonsuz seçenekler dünyasında tek bir kişiyle olmak bir nevi ölümse, yalnızlık da ömür boyu cehennem azabı demek. Kırk katır mı, kırk satır mı? Çağan Irmak’ın en umutsuz ve karanlık filmi, arada kalmışlara çıkış yolu görmüyor pek. Sinema Aralık 2008 / Sayfa 24 –Burcu Aykar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
62-Çarpışma - Crash (2004)
Yönetmen: Paul Haggis Oyuncular: Don Cheadle, Matt Dillon, Sandra Bullock

Şehirde yürürsün, insanlara değersin, onlar da sana çarpar. Los Angeles’ta kimse sana dokunmaz… Galiba o dokunma hissini çok özlüyoruz. Bir şeyler hissedebilmek için birbirimize çarpıyoruz.’ Bu sözlerle başlayan ‘Çarpışma’ adını her ne kadar iletişimi zorunlu kılan bir eylemden ve hikâyenin kilit noktası olan araba kazasından almış gibi görünse de esas var olma sebebini İkiz Kuleler’e çarpan uçaklara borçlu. Filmin derdi de, bu çarpışmaya zemin hazırlamış yabancı düşmanlığını, çuvaldızı kendine batırarak eleştirmek. Çok karakterli ve bol öykülü filmin kahramanları Los Angeles’ta yaşayan zenciler, İranlılar, Meksikalılar ve onlarla aynı havayı teneffüs etmekten hiç memnun olmayan bazı beyazlar… Hepsinin hayatı, 36 saatlik zaman dilimi içinde, istem dışı olarak diğerleriyle kesişiyor. Bu kesişmeden daha doğrusu çarpışmadan herkes bir şekilde etkileniyor. Yabancı düşmanları ve ırkçılar ise ‘öteki’nin de insan olduğunu keşfediyorlar. Tamamen barış, hoşgörü ve birliktelik mesajları/dersleri vermeyi kendine görev edinen ‘Çarpışma’, yer yer duygu sömürüsüne kaçan klişelerle kutsal vazifesini yerine getiriyor. Dönemin ruhuna uygun şekilde En İyi Film Oscar’ıyla taltif edilen yapım, 11 Eylül sonrası Amerikan sinemasının en bilindik temsilcilerinin başında geliyor.
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
61-Kırmızı Değirmen - Moulin Rouge! (2001)
Yönetmen: Baz Luhrmann Oyuncular: Nicole Kidman, Ewan McGregor, John Leguizamo

Kırmızı Değirmen’ masalları anlatan mekânları, mizahın, trajedinin ve aşkın dozunun bilerek kaçırılması, insanların hareketlerine eşlik eden ses efektleri gibi unsurlarla, bir çizgi filmi andıracak kadar uçlarda dolaşıyor. (...) Film, oyuncuların konumundan eşyaların yerlerine kadar hiçbir devamlılığı umursamayan, atmosfer ve görsel etki dışında her şeyden bağımsız bir kurguya sahip. (...) 19. yüzyılın sonunda, Paris’in meşhur gece kulübü ekseninde geçen hikâyesi, pop/rock tarihinin nadide parçalarıyla anlatılıyor. O çok iyi bildiğimiz, her biri farklı bir telden çalan şarkıları, biraraya gelip aynı hikâyeyi anlatırken izlemek/dinlemek ve hayattaki bir takım hâlleri ne kadar iyi tercüme ettiklerini görmek, nereden baksanız etkileyici. Baz Luhrmann ve ekibinin eve kapanıp, geceler boyunca içki içip şarkı söylemeleri işe yaramış görünüyor. Şarkılar, senaryodaki görevleri bir yana, hissi kararlarla seçilmişler besbelli. Dolayısıyla bizde karşılık bulmaları da kaçınılmaz. Smells Like Teen Spirit hiç bu kadar ironik, Roxanne hiç bu kadar can yakıcı, The Show Must Go On hiç bu kadar dokunaklı olmamıştı herhalde.” Sinema Aralık 2001 / Sayfa 17 –Uygar Şirin
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
60-Masumiyet -(1997)
Yönetmen: Zeki Demirkubuz Oyuncular: Güven Kıraç, Derya Alabora, Haluk Bilginer

İnsani temalar yerini gündelik ve geçici temalara bırakmaya başladı. Aşk, feragat, merhamet, dürüstlük, iyilik gibi insani değerler yeni realitenin yasalarına feda edildi. Bütün bu olup bitenlerin sıradan bireye yansıması ise büyük bir çıkışsızlık olarak kendini gösteriyor. Yeni realiteye ayak uyduramayan, yaşama ahlakı sahibi insanlar bu çıkışsızlıkla kuşatılmış durumda. Bu hayatlar artık yaşanamıyor, görmezlikten geliniyor ve her geçen gün daha fazla sıkışıp yok olmaya zorlanıyor. (...) Yaşadığımız sistem daha çok akılcılık üzerine kurulu bir sistem. Aklı sorguladığımda ortaya bencillik çıkıyor. Bencilliğin anlamı da, vermemek, ortak olmamak ve sistemin biçimlendirdiği bir hayatı seçmek. Bu yüzden merhamet duygusu, kardeşlik, ortaklık giderek yok oluyor. Bu, aşkın yaşanma biçimini de etkiliyor. O nedenle filmde, günümüzdeki aşk tanımının ötesinde, romanlarda belki masallarda rastlanacak bir aşk tanımı yaptım ve bunu kutsadım. Bunu daha ileri götürüp orta sınıf ahlakındaki ikiyüzlülükleri vurgulamak için feda etmeye, feragate dair bütün erdemleri de bir orospuya ve bir pezevenge yükledim.” Zeki Demirkubuz Sinema Ekim 1997 / Sayfa 75 –Röportaj: Senem Erdine İşmen
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
59-Soysuzlar Çetesi - Inglourious Basterds (2009)
Yönetmen: Quentin Tarantino Oyuncular: Brad Pitt, Mélanie Laurent, Christoph Waltz

"Soysuzlar Çetesi"nde Tarantino ‘Sinema benim her şeyim’ diye bas bas bağırıyor. Üstelik, filmlerindeki bu sinema sevgisi artık sadece basit göndermeler olmaktan çıkmış, öykünün ana iskeletinin temeli, hatta ve hatta filmin üretim şeklinin bir parçası olmuş durumda. (…) İtiraf etmek gerek, ‘Soysuzlar Çetesi’ sıradan bir izleyiciden ziyade sinefillerin çok daha rahat empati kurup çok daha yoğun keyif alacakları bir deneyim. Öyküde mebzul miktarda sinemasal gönderme var. (…) Nihayetinde ‘Soysuzlar Çetesi’nde Tarantino, daha önceki filmlerinde ne yapıyorsa onu yapıyor: Kendi fantezilerinin propagandasını… Bu uğurda tarihi tahrif etmekten de çekinmiyor. Nasıl bundan önceki filmlerinde türleri istediği gibi yontuyorduysa, burada da sadece II. Dünya Savaşı filmlerini değil, tarihi de kendince yeniden şekillendiriyor. Haliyle ilk dönem filmlerini sevip de son yıllarda yaptıklarını yadırgayanları anlamak zor. ‘Ölüm Geçirmez’ veya ‘Soysuzlar Çetesi’nde yaptığı şeyler ‘Rezervuar Köpekleri’ veya ‘Ucuz Roman’da yaptıklarından farklı değil ki! Kaldı ki, satır aralarını iyi yakalarsanız, ‘Soysuzlar Çetesi’nde diyaloglar yine önceki filmlerindeki gibi tadından yenmeyecek cinsten.” Sinema Eylül 2009 / Sayfa 20 –Burçin S. Yalçın
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
58-Trainspotting - (1996)
Yönetmen: Danny Boyle Oyuncular: Ewan McGregor, Jonny Lee Miller, Ewen Bremner

Sosyal-politik perspektifi bir yana, öykünün kendisi filme haydi haydi yetecek bir çekiciliğe ve etkiye sahip. Çok şey söylemese de, en azından narkotiklerin dünyasını önümüze ardına kadar açıyor. Filmin temel derdi, ‘onlar da senin benim gibi insanlar’ cümlesinde ifadesini bulan basit gerçeğin altını çizmek aslında. Fakat bunu dışavurumcu bir üslubun yaratacağı sarsıcılıkla iletmeyi tercih ediyor. Stili ne kadar sert ve vurucu ise, içeriği de o ölçüde yumuşak, hatta bir yerden sonra eğlenceli. (...) ‘Trainspotting’, ‘onların’ (narkotiklerin) dünyasıyla ‘bizim’ dünyamızı yanyana koymaya, birini anlatırken ötekine dair bir şeyler de söylemeye çabalıyor. Söyledikleri ne kadar doğru olsa da, bu gerçekler görüntülerin görkemi içinde buharlaşıveriyor. Öte yandan, İskoç diyarından sağlam gençlik portreleri sunması, Ewan McGregor başta olmak üzere oyuncuların takdire şayan maharetleri, film ekibinin (bir ara perdede eroin satıcısı olarak kısa bir rolde gözüken yazar Irvine Welsh de dahil) salona taşan enerjisi, kurgudaki dinamizm ve kuşkusuz müziği ile değeri yadsınamayacak bir film.” Sinema Kasım 1996 / Sayfa 31 –Necati Sönmez
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
57-Milyonluk Bebek - Million Dollar Baby (2004)
Yönetmen: Clint Eastwood Oyuncular: Clint Eastwood, Hilary Swank, Morgan Freeman

Eğer Eastwood karakterlerin ruh hâlleriyle böylesine ilgili bir sinema yapmasa tipik bir başarı öyküsünü rahatça allayıp pullayabilir, Hollywood’daki yapımcılara da bu sayede sırtını çok daha rahat sıvazlatabilirdi. Ama o ısrarla kahramanlarının yaralarının üstüne gidiyor, sarılabilecek durumdaysa sarıyor, tıpkı Maggie’nin dağılan burnunu düzelttiği sahnede olduğu gibi…Fakat genelde bu yara hikâye aktıkça daha da fenalaşıyor ve finalde kangrene dönüşünce kaçınılmaz son geliyor. Lakin, Clint Eastwood’un karakterleri bu acılarla yüzleşmek zorunda. Çünkü yaşamla kurdukları ilişkide bu acıları göğüslemek önemli bir alanı kaplıyor. Frankie’nin yüzündeki acıları Eastwood’un yüzü üzerinden çok iyi anladığımızı söylerken Maggie’de Hilary Swank’in, Scrap’te Morgan Freeman’in hakkını yemeyelim! Clint Eastwood’un oyuncularına her daim geniş alan açan, devamlı onların yüzlerine odaklanan sineması içinde ağızlara layık bir iş çıkarıyorlar! Sinema Mart 2005 / Sayfa 26 –Burçin S. Yalçın
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
56-Gizemli Şehir - Dark City (1998)
Yönetmen: Alex Proyas Oyuncular: Rufus Sewell, William Hurt, Kiefer Sutherland, Jennifer Connelly

Proyas, karakterlerini 50’li yıllar kara filmlerinden alırken, aradaki on yılların görsel birikimini de bir süzgeç olarak kullanıyor. Çizgi romanları, dizi filmleri, ‘Blade Runner’ı görmüş geçirmiş bir kara film estetiği onunki. Filmindeki korkutucu sürüklenme hissini, kamerasını az hareket ettirerek saptıyor. Çerçevesinin içini bir çizgi roman karesi alırmış gibi özenle dekore ediyor ve hareketi genellikle karenin içiyle sınırlıyor. Detektiflik filmlerine uygun bir biçimde kahverengi, yeşil ve sarı tonlarla yıkanmış görünen, canlı renklere nadiren rastlanan dünyasında, ışık ve karanlık arasındaki çatışma sık sık Alman Dışavurumcu sinemasını hatırlatıyor. Öyküsü bir yana, ‘Gizemli Şehir’in en güçlü olduğu konu, rüya gerçeküstülüğüyle belirgin bir sinemasal tarihin biraraya gelerek oluşturduğu bu görsellik. Alex Proyas’ın günümüzün en önemli ‘göz’leri arasında bulunduğunu gösteren, etkileyici, içine hapseden bir görsellik.” Sinema Mayıs 2003 / Sayfa 80 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
55-Truva - Troy (2004)
Yönetmen: Wolfgang Petersen Oyuncular: Brad Pitt, Eric Bana, Orlando Bloom, Diane Kruger

Epik film deyince insanın aklına ister istemez David Lean geliyor. Petersen, ‘Truva’da tam olarak onun varisi gibi bir tavır sergiliyor; filmdeki yönetmenliği sanki onun mirasına layık olabilme gayretinin bir yansıması. Lean’in mirasının, tümüyle görkemli bir sinema üzerine bina edilmekle birlikte akıldan kolay çıkmayan bir yönetmenlikle de desteklendiğini unutmamak gerek. Epik film deyip geçmeyin! Bunun arkasında gözkamaştırıcı bir görsellikle seyircinin gözünü boyayarak ve şaşkınlığından faydalanarak onu sömürmek de var. Epik addedilen filmlerde vasat yönetmenliği perdelemek zor olmuyor. Fakat ne 60 ve 70’lerin Lean sineması öyleydi ne de günümüzün Petersen’ının sineması öyle görünüyor. İki yönetmenin topraklarında görkemlilik iyi yönetmenliğin önüne geçmiyor; fakat iyi yönetmenlik de filmin önünü kapatmıyor.” Sinema Haziran 2004 / Sayfa 16 –Burçin S. Yalçın
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
54-Kan Dökülecek - There Will Be Blood (2008)
Yönetmen: Paul Thomas Anderson Oyuncular: Daniel Day Lewis, Paul Deno

Adının da açık bir biçimde çağrıştırdığı üzere ‘Kan Dökülecek’ P.T.Anderson’ın kesinlikle en karanlık filmi. O kadar ki, yurtdışında yönetmeni aşırı pesimist olmakla suçlayanlar bile çıktı. Hatta, her ne kadar ‘Kan Dökülecek’ özellikle Sinclair’in isminden dolayı kapitalizm ve inanç gibi sosyolojik olgularla ilintili bir ‘mesaj filmi’ olarak algılanmaya müsaitmiş gibi görünse de, Anderson filmini iki adamın sahip olduğu farklı değer yargılarından doğan ürkütücü mücadeleye odaklanmış bir korku filmi olarak tanımlamayı tercih ediyor. Öte yandan ‘Kan Dökülecek’i diğer Anderson filmlerinden ayıran en önemli unsurlardan biri de çok daha geleneksel sayılabilecek bir anlatı yapısına sahip olması. Tüm bunlardan dolayı filmin, yönetmenin filmografisinde özel bir yere konuşlanabileceğini tahmin etmek güç değil (…) Filmin bu denli koyu tonlara sahip olmasının başlıca sebeplerinden biri ise elbette ki Day-Lewis’in son yılların en çarpıcı oyunculuk gösterilerinden biri olarak değerlendirilen performansıyla ete kemiğe büründürdüğü Daniel Plainview karakteri. Sinema Şubat 2008 / Sayfa 52 –İlhan Yurtsever
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
53-Günah şehri - Sin City (2003)
Yönetmen: Robert Rodriguez ve Frank Miller Oyuncular: Benicio Del Toro, Clive Owen, Jessica Alba, Mickey Rourke

Polislerin, politikacıların ve çetelerin bulaşamadığı kurtarılmış fahişe bölgesinde ve diğer ‘suç ve günah kaynayan’ mekânlarda gezinirken o eski ‘noir’ın aslında asla eskisi gibi olamayacağını anlıyoruz: artık onun yerinde siberpunk’la ve neo-noir’la, daha da önemlisi animeyle terbiye edilmiş, salt estetik üzerinden işleyen, insanlardan çok onların zihinsel üretisi (günahlardan çok da, insanın günahlar üzerine söyledikleri ve inşa ettikleri fetişler) üzerine konuşmayı seven yeni bir mahlukun bulunduğu aşikar. Evet, ‘Günah Şehri’nin son derece tuhaf bir sinemasal mahluk. İnsanların özdeşleşebileceği karakterler sunmak şöyle dursun, kendi günlük hayatlarıyla ilişkilendirebilecekleri tek bir şey bile sunmuyor görünürde. Bilimkurgudaki makineler tarafından üretilen makineler gibi, âdeta popüler kültürün kendisi tarafından üretilmiş, sadece onun kriterleriyle anlamlanan, ancak hayalhanesi onun tarafından –hem de iflah olmaz bir biçimde- yoğurulmuş, artık beyninin bir kısmı bu alemde yaşayan insan türüne yönelik bir popüler kültür yapıtı bu. Ancak bu tür bir seyircinin karşısında, yani kendi çöplüğünde son derece heybetli ve etkileyici, hatta devrimci bir duruşu olduğu kesin. Sinema Ağustos 2005 / Sayfa 14 –Kutlukhan Kutlu
Son 15 yılın en iyi 100 filmi
52-The Matrix Reloaded - (2003)
Yönetmen: Andy Wachowski, Larry Wachowski Oyuncular: Keanu Reeves, Carrie-Anne Moss, Laurence Fishburne

The Matrix Reloaded’ kendi başına film olmanın hiçbir gereğini yerine getirmiyor, ama kendini bir film olarak sunuyor. Oysa aslında bir oyuna davet, bir link haritası, bir yap-boz oyunun iskeleti daha ziyâde. Ve ancak dâvete icâbet eder, oyununu kurallarını bellemek için çabalarsanız anlamlandırabiliyor, zevk alabiliyorsunuz hakkıyla. Sonunda geleceğin interaktif sinemasına giden bir yolda dolaştığınızı anlıyorsunuz. (...) Sinema tarihi pekâlâ bir Matrix metaforu olarak ele alınabilir. Nasıl ki Matrix’te insanlar küçük hücrelerinde, ana rahmindeki gibi hiçbir şey yapmadan duruyor ve sanal bir dünyanın imgelerini gerçek diye izliyorsa, sinema seyircisi de koltuğa bağlanıp, sanal görüntülere boş bakmaya yönlendiriliyor. Matrix filmleri ve yan metinleri izleyiciyi uyandırmaya çalışıyor. Uzun uykuların derin mahmurluğunu bölebilmek için de seyircisine oyun oynuyor, ‘Uyan da oynayalım’ diyor. Tabii iki seçeneğiniz var: Ya bildik filmleri uyuklayarak izlemeye devam edeceksiniz, ya da sinemanın gitmekte olduğu yeni, çatallı yollara düşeceksiniz.” Sinema Temmuz 2003 / Sayfa 74 –Tuna Erdem