Ahmet Kaya ve o gece...

Eklenme Tarihi 11 Aralık 2009
Serdar Ortaç'ın özür dilemesiyle Ahmet Kaya'nın linç gecesi, yıllar sonra nihayet gündeme geldi. Oysa birkaç hafta önce Balçiçek Pamir, Gülten Kaya ile yaptığı söyleşiden sonraki yazısında "Lince katılmamış ama seyirci kalmışlar da var. Onlar da üç maymun! Kimse o gece hakkında konuşmak, o geceyi hatırlamak bile istemiyor" diye yazıyordu. Töreni düzenleyen Magazin Gazetecileri Derneği'nin o dönemki başkanı Uğur Güneri de "Medya bugün bile Ahmet Kaya gerçeğindeki günahıyla yüzleşememiştir" diyor. Güneri haklı. Bugün atıp tutanlar, o günlerde sus pustu. Savaş Ay kardeşim ve ben hariç. (Belki unuttuğum birkaç gazeteci daha vardır, affola) Bugün pek alışılmadlık bir şey yapıp, o hain olaydan tam iki gün sonra (28 Ocak 2000) Radikal'de yazdığım bir yazıyı yayınlıyorum. Söz uçar yazı kalır derler ya, bakın o gün neler hissetmişim ve daha önemlisi o gece neler olmuş.

LİNÇ BAŞLIYOR
"Tabaklar çatallar havada uçuşuyor... Smokinli birtakım erkeklerle, tuvaletli birtakım kadınlar (ki onlara sanatçı deniyor) isterik bir şekilde bağırıyor, küfrediyorlar. Tüm bu infial ve isyan, bir masada oturmuş, şaşkın bir şekilde çevresine bakan bıyıklı, esmer bir adama! Polisler, korumalar bu olası linç olayını engellemeye çalışıyor. Olay Magazin Gazetecileri Derneği'nin gecesinde yaşanıyor. Çevresine tedirgin bakan adamın adı Ahmet Kaya... Az önce kendisine verilen ödülü alırken "Kürtçe bir şarkı ve bir klip yapıyorum. Bu ülkede bunları yayınlayacak yürekli insanlar olduğunu biliyorum. Yayınlamazlarsa Türk halkına hesap vereceklerini de biliyorum!" demiş. Ve bu cümle üzerine salon birbirine girmiş. Bağırışlar, küfürler, çatal kaşık fırlatmalar... Aralarında tanıdık bir yüz, "Atın bu adamı dışarı... Atın" diye canhıraş bağırıyor. Kanım donuyor sanki. Yılların solcusu yönetmen Tunca Yönder bu. Ve eski bir dostum Şenay Düdek kendinden geçmişcesine haykırıyor. Savaş Ay ve Nurettin Soydan çatal bıçaklara göğüs gererek ortalığı yatıştırmaya çalışıyorlar ama nafile.

"CEHENNEME GİT..."
Ahmet Kaya ise oturduğu masada şaşkın bir şekilde TV kameralarına derdini şu cümlelerle anlatmaya çalışıyor, "Yıllarca Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü savundum. Ama Kürt realitesini kimse inkâr edemez. Sadece bunu söyledim..." Yıllar önce Turgut Özal'ın söylediği iki sözcük bu aslında: 'Kürt realitesi...' Ama salondaki isterik çığlıklar bitmek bilmiyor... 'Cehenneme git...' 'Kürt diye bir şey yok...'
Herkes ayaklanmış... Polisler geliyor, Ahmet Kaya bir medya ordusu ile o lüks otelin arka kapısından apar topar kaçırılıyor. O anda Serdar Ortaç çıkıyor sahneye ve popülizmin en müthiş örneklerinden birini vererek, "Bu dünyada kimse sultan değil, Atatürk'ün yanındayız ve bu vatan bizim" diyor. Sonra 10. Yıl Marşı'nı söylemeye başlıyor.
O anda salondaki tüm 'sanatçılar' çılgına dönüyor. Reha Muhtar, 'birlik ve bütünlüğümüz' adına herkesi 'Memleketim' şarkısını söylemek için çağırıyor. Başta Osman Yağmurdereli olmak üzere huşu içinde söyleniyor şarkı ve böylece 'iç barışımız' sağlanmış oluyor. Adnan Şenses, 'toplumu adına üzülmüş', Ebru Gündeş, 'herkes sanatçı kişiliğini omuzlarında taşıması gerektiğini' buyuruyor... Ve salondakiler 'Memleketim' şarkısı eşliğinde "Türk'üz, Türk'üz" diye tempo tutuyor...
Ayıptır ayıp... Sanatçı dediğin zaten aykırı bir ses, bir nefestir. Dar kafalı, düzenin suyunda giden, küçük çıkarlar uğruna kitleleri peşine takmak isteyenlere sanatçı değil, başka şey denir."
Bugün de hala aynı fikirdeyim dostlar...