Son 15 yılın en iyi 100 filmi
15. yılını kutlayan Sinema dergisi, yayın hayatı boyunca çekilmiş en iyi 100 filmi seçti. Bu seçki, son 15 yılın sinemasına ışık tutan ve bu dönemde öne çıkan eğilimleri özetleyen bir nitelik taşıyor. İşte söz konusu filmler:
Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Oyuncular: Muzaffer Özdemir, Mehmet Emin Toprak, Zuhal Gencer
Nuri Bilge Ceylan, kasaba ya da kent değil, örneğin uzay istasyonunda geçen bir öykü de aktarsa aynı gerçekliği yakalayabileceğini kanıtlıyor ‘Uzak’ta ve sinema dilinin hep aynı olgunluğu, ustalığı, özgünlüğü koruyacağını gösteriyor. ‘Ne söylesek övgü olur!’ diyebileceğimiz mekân ve ışık kullanımı, büyük özenle, incelikle yazılmış, yaşamın içinden sökülüp alınmış diyaloglar, olağanüstü karakter çizimleri ve zekice ayrıntılarla örülmüş yeni bir Nuri Bilge Ceylan başyapıtı ‘Uzak’. (...) Ceylan’ın ilk iki filmine oranla biraz daha ‘çeşitlendirdiği’ oyuncu kadrosu, ‘Uzak’ın en çok takdir edilmesi gereken yanlarından, senaryonun sağladığı geniş ama gayet iyi hesaplanmış hareket alanı içinde, son derece özgür ama bir o kadar da ‘yönetmene bağlı’ biçimde performans gösteriyor. (...) Ceylan, çoğu seyircinin her iki ana karakterde de kendisinden çok şey bulup, kâh biri, kâh diğeri olacağı, yer yer ‘dejavu’ duygusu bile uyandırabilecek, dupduru, ticari sinemanın her türlü klişesinden uzak, tadına, samimiyetine, sıcaklığına doyulmaz bir filmle doğru bildiği yolda yürümeyi sürdürüyor.” Sinema Ocak 2003 / Sayfa 14 –Tunca Arslan
Yönetmen: Hayao Miyazaki Seslendirenler: Rumi Hîragi, Miyu Irino, Mari Natsuki
Ruhların Kaçışı’ bizlere, görmek istemediklerinizi reddetmeyin diyor. Kolay kolay hayal edilemeyecek bir evreni gözle görülür kılarken, farklı olanı ve hayattaki zıtlıkların varlığını kabul etmeyi öneriyor. İçerdiği tematik zenginlik bir yana, ‘Ruhların Kaçışı’ görsel açıdan da büyüleyici bir anime. Hayao Miyazaki’nin üstün hayal gücünden çıkıp gelen tasarımlar, hem filmin içeriğine destek oluyor, hem de seyirciye en şahanesinden bir rüya sunuyor. Senaryo ise bir ‘bildungsroman’ı aratmayacak zenginlikte. Miyazaki, Chihiro’nun ruhlar alemindeki yolculuğunu müthiş bir olay örgüsüyle veriyor. Küçük kızın tanıştığı her yeni karakter, önüne çıkan her yeni görev, filmin dramatik yapısını zenginleştiren ve sağlamlaştıran bir düğüme dönüşüyor. Sinema tarihinde çocukluğu geride bırakmak, olgunlaşmak ve hepsinden önemlisi kendini bulmak (Chihiro’nun başarması gereken şeylerden birisinin de gerçek ismini geri almak olduğunu unutmamak gerek) üzerine çekilmiş en iyi filmlerden birisi olan ‘Ruhların Kaçışı’nı bir başyapıt olarak tanımlamak hiç yanlış olmaz. Miyazaki’nin bizzat ifade ettiği gibi, hem 10 yaşında olmuş, hem de 10 yaşında olacak insanlara hitap ediyor, yani herkese...” Sinema Temmuz 2004 / Sayfa 18 –Engin Ertan
Yönetmen: Terrence Malick Oyuncular: Sean Penn, Adrien Brody, Ben Chaplin
Donanmanın ön kolu, Guadacanal üzerindeki adalardan birine çıkartma yaparken uzun süre (yaklaşık bir saat) düşmanın en küçük bir suretini bile perdeye düşürmüyor Malick. Bu noktalarda film, savaşın anlamsızlığını, bir paranoya esprisi içinde mi bize yansıtmak istiyor diye düşünüyorsunuz. Bütün bu aşamalarda adanın doğal örtüsünü oluşturan upuzun otlar, bir Tarkovski yapıtından ödünç alınmış kadrajlarla karşımıza geliyor ve filmin yüreğimize açtığı hüzün hanelerine, her bir karede yenileri ekleniyor. Malick bu bölümlerde yavaş yavaş tezlerini de açmaya başlıyor. Mesele insanın insanla savaşı değil, insanın doğayla savaşıdır. Nitekim ardından da iki tarafı karşı karşıya getiriyor yönetmen. Ama bu karşılıklı mücadelenin özellikle ikinci bölümü muhteşem. Amerikalılar ve Japonlar bir sıcak çatışmayla birbirlerine girerken, dış sesler yerini aryalara bırakıyor ve bir belgesel tadı hakim oluyor filme. Burada, neyin kavgasını yaptığını bilmeden akıl dışına taşan insan görüntüleri, kolay kolay belleklerden silinmeyecek kadrajlarla karşımıza geliyor. Bu sahneler, savaşın anlamsızlığı üzerine sinema tarihindeki en anlamlı sahneler belki de.” Sinema Mart 1999 / Sayfa 19 –Uğur Vardan
Yönetmen: Sam Mendes Oyuncular: Kevin Spacey, Annette Bening, Thora Birch
Tiyatro kökenli İngiliz yönetmen Sam Mendes’in Amerikan banliyö yaşamı ve orta yaş krizinin olası faydaları üzerine gerçekleştirdiği filmde, Lester Burnham ve çoktan işlevsizleşmiş çekirdek ailesinin geçirdiği değişimi (daha doğrusu parçalanmayı) izliyoruz. Hazır yaşam tarzlarını sorgulamadan benimsemeye, seçme ve isteme yetisini yitirmeye karşı savaş açan ‘Amerikan Güzeli’, tıpkı ‘Dövüş Kulübü’ gibi uyandırmaya yönelik bir tür ‘çalar saat’ kimliğine de bürünüyor. (...) Senarist Alan Ball ve yönetmen Sam Mendes, yüzeyin ardına düzenledikleri yolculukta çıkış noktası olarak ‘güzellik’i kullanıyorlar. Hem yüzeydeki güzelliği hem de gizli güzelliği... (...) Neyin güzel, neyin çirkin hatta neyin doğru neyin yanlış olduğu konusundaki hazır kalıplar, zaten bireylere bırakılmadan gündelik hayatın içine yedirildiğinden, özel bir çaba harcamadan yaşantımıza işliyor. Bir anlamda, farkına varmadan paketler halinde hazır beğeni satın alıyoruz. ‘Amerikan Güzeli’, insanın hayatında durup soluklanmasını ve kitleler için üretilen bu beğenilerin/değerlerin peşine, onları hiç sorgulamadan takılmanın hayatı nasıl şekillendirebileceğine (ya da şekilsizleştirebileceğine) bakmasını salık veriyor.” Sinema Ekim 2002 / Sayfa 94 –Kutlukhan Kutlu
Yönetmen: Alejandro González Iñárritu Oyuncular: Sean Penn, Naomi Watts, Benicio Del Toro
'21 Gram' çözülmeyi bekleyen bir puzzle değil. Kurduğu cümleler, ne demeye çalıştığı, hepsi çok açıklar. Ancak belki ikinci bir seyir deneyimi, kimilerimizce eksikliği hissedilen tavrı, bakış açısını ve dünya görüşünü sezmeye yardımcı olabilir. Zira, tıpkı Dogma filmleri gibi, baştan sona mistik ve dini referanslarla dolu ‘21 Gram’ın yaşam, ölüm gibi kavramlara ve insan hayatının gerçekliğine hangi perspektiften baktığını bilmek gerekiyor. Kaldı ki söz konusu akıma bir türlü ısınamamış insanların Dogma ile temel sorunlarının başında da bu geliyor. Başka bir deyişle, ‘21 Gram’ yüzeyde bir Dogma filmine benzemese bile, alttan alta benzer bir tavır sergiliyor ve aynı handikapları taşıyor. Belki bu noktada Iñárritu’yu Dogma’nın fikir babası Lars von Trier’e benzetme imkanı da ortaya çıkıyor. Tıpkı von Trier gibi, Meksikalı yönetmenin de zamanla seyirci ve eleştirmenleri iki kampa ayırması mümkün. Kendisinin yaratıcı ve usta bir yönetmen mi, yoksa kolay yoldan insanları manipüle etmeye bakan bir acı simsarı mı olduğu önümüzdeki günlerde çokça tartışılabilir. Hâliyle ‘21 Gram’ da bir kesim seyirci ve eleştirmen için bir muamma, bazıları içinse çok iyi bir film, hatta bir başyapıt olacak.” Sinema Haziran 2004 / Sayfa 47 –Engin Ertan