Erdoğan'a 'yolsuzluk' tuzağı

Siyasete kurulan tuzak ilk değil, son olacak gibi de görünmediğini dile getiren Sabah Gazetesi yazarları, "Bu kez tuzak tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı." şeklinde görüş bildirdiler.

Kaynak Gazete
Giriş Tarihi:
Erdoğan'a 'yolsuzluk' tuzağı
ENGİN ARDIÇ: HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEZ

Muhalif basın zil taktı oynuyor. Bu da doğaldır. Fakat henüz "iktidar değişir" kartını açamıyorlar...
Kolay kolay da açamazlar.
Öyleyse, yapılan yaygara "kıl koparma" düzeyinde kalmak zorundadır.
İsteyen "mastürbasyon" da diyebilir.
Lafı onlar gibi döndürüp dolaştırmaya hiç gerek yok, açık konuşalım: Dört değil sekiz bakanın, on iki bakanın adı da yolsuzluğa karışsa, iktidar gitmez.
Hükümet gidebilir, gerekirse Erdoğan bütün bakanları değiştirir (Menderes'in 1955 yılında yaptığı gibi), yeni bir hükümet kurar, bu gene bir AKP hükümeti olur.
Bu olup bitenler ne yerel seçimi etkiler, ne genel seçimi...
İstanbul'da Mustafa Sarıgül gene kaybeder.
2015 seçimini AKP gene kazanır.
Belki bir puan oynar sonuçlar, belki iki puan, belki hiç oynamaz. "Cemaat"in bütün eylemi, "sarsmaktan" ibaret kalır. Sarsmak, yıkmak değildir.
Hesaplar sandığa toslar. Son sözü sandık söyleyecektir.
Son tahlilde kimin kazançlı kimin kayıplı olduğu da toz duman yatıştıktan sonra daha iyi anlaşılacaktır: Cemaatle ilişkisi olan hiçkimse bir daha bakan olamayacak, cemaat mensubu hiçkimse bir daha milletvekili liselerine giremeyecektir!
Bütün ihvanını Sina çöllerinde kırdıracaksan, senin teşbihinle Firavun'un iki atına ok atmışsın ne fayda?
Bu kavgada "cemaat-mızmız liberaller- derin devlet" koalisyonu elindeki gizli güçleri kullanacak ama iktidar da açık ve legal gücünü, yaptırım gücünü... Kavgada yumruğu saymayacak.
Bizim tanıdığımız Erdoğan korkup pısacak adam değil.
Koalisyonun da "yolsuzluk iddiasından" başka üzerine oynayabileceği yumuşak karın yok!
O da seçmenin umurunda değildir.
Bunu üç ay sonra da göreceksiniz, bir buçuk yıl sonra da.
Bu numara tutsaydı 1994 yılında tutardı, Erdoğan'a "tapusuz gecekonducuların adayı" dediler, türlü tezvirat çıkardılar, İstanbul'a belediye reisi oldu.
Yanlış ata oynuyorlar. Eh, oynayabilecekleri başka at da yok.
Bizi ağzımızla değil başka yerimizle gülmeye sevkeden, eski Marksist yeni sözde liberallerin, hükümeti sarsmak uğruna şeriatçılarla işbirliğine gitmeleridir.
Bu da Türkiye'de hiçbir "şablonun" geçerli olmadığına en güzel örnektir.
Bir de Kılıçdaroğlu'nun hazin çırpınmaları tabii... Ben sizin yerinizde olsam, bu komedi filminin figüranlarını daha bir ilgiyle izlerim:
Taksim olayları patlak verince bir heves "vak'a mahalline" koşup parsa toplamaya kalkan ve nasihat alıp dönen Kılıçdaroğlu, son günlerin gelişmeleri üzerine de soluğu ABD Büyükelçiliği'nde almış. (Hazrette lisan misan nanay olduğu için Şafak Pavey tercümanlık yapıyor.) Birlikte yemek yemeye on gün önce karar vermişler ama "yanlış anlaşılma ihtimaline karşılık bile" ertelememişler...
Kılıçdaroğlu, "joker" olmaya mı heves ediyor?
Ricciardone, CHP'nin hiçbir şansının olmadığını ve olamayacağını bilmeyecek kadar mı gabidir?
Ne yediklerini gazeteler yazmadılar ama tabak tabak yemek ziyan olmuş, hamburgerciye gitselerdi daha ucuza gelirdi.

HAŞMET BABAOĞLU: BU NE HINÇ, NE HASET!

Geçen gün kitaplığımdaki çekmeceleri temizlemeye karar verdim.
Eski not defterleri, sararmış gazete kupürleri, hemen hiçbiri kullanılmamış ajandalar, çoktan atılmış fotoğraf makinelerinin şarj kabloları, daha neler neler ortaya çıktı.
1982'den kalma bir Ece ajandasının başına kırmızı tükenmezle kaydettiğim Nietzsche'den bir alıntı beni çarptı. "İçinizdeki kini, nefreti ve hıncı def edebilecek kadar yükselmediğinizi bilirim ama hiç değilse bunları saklamaya kalkışmayacak kadar dürüst olun!"
Gençlik işte! "Berrak ol, ciğerimi ye!" çağları.
Gönülsüz dostluğa, görgüsüz ve hain düşmanlığı tercih ettiğimiz dönem.
Belli ki, bu sözlerde çok "içerden" bir anlam bulmuşumdur, şimdi hatırlayamıyorum.

***

Oysa şimdi sosyal medyaya; Facebook'a, Twitter'a bakınca...
Nietzsche'nin bu şövalye üsluplu tavsiyesinin günümüzde harcı âlem bir gerçeklik haline dönüştüğünü görüveriyor insan. Hınçla el ovuşturmalar, gücenik mızmızlanmalar, tam fırsatını bulmuşken nefret ve intikam duygusuyla "laf koyma"lar...
Dizginlerinden boşalmış kinler... Hele o karşılıklı hınç değiş tokuşları ve ortak nefretlerin oluşturduğu Twitter flörtleşmeleri, yok mu! Hakikaten öyle berbat bir manzara ki, en yapay nezaket diline bile şiddetli özlem duyuyor insan.

***
Hani düşünüyorum da...
Özellikle o burnundan kıl aldırmayan "beyaz okumuş kesim" herhalde şefkatle ve dolayısıyla şükran duygusuyla hiç tanışmamış!
Melanie Klein psikanalizine bir atıf yaparak söyleyecek olursam...
Toplumun memesinden doğru düzgün beslenememişiz. Hep istemiş ama doymamışız, doyurulmamışız.
Her iyi ve tatmin edici şey karşısında "neden bende değil de onda!" veya "o da kim ki!" diyen haset dalgası kaplıyor benliğimizi.
Öyle ki, sahiden inançlarımız, belirli bir geleneğe bağlı kanaatlerimiz ve oturup üzerinde çalışılmış düşüncelerimiz yok. Hepsinin altı biraz kazınsa ortaya haset ve hınç çıkıyor. "Zenciler" mağdurken bile mağrur oldukları için onlardan korkuyoruz.
Uzanamadığımız ciğerlerin hepsi gözümüzde mundar.
Nasıl yenilmişsek, içimizde bir yerde buna nasıl inanıyorsak, başkalarının yenilgisinde ellerimizi ovuşturmamızı gözlerden saklayamıyoruz.
Anlıyorum ki, "beyaz okumuş kesim" tümüyle değişip yeniden şekillenmeden bu toplum huzura kavuşamayacak!

EMRE AKÖZ: ÇÜRÜK ELMALARDAN KURTULMALI HEMEN!

AK Parti'nin Kasım 2002'de iktidara nasıl geldiğini hatırlıyor musunuz? Kurulalı henüz bir yıl olmuştu.
Partinin başındaki ekip (Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Abdüllatif Şener) Milli Görüş kökenliydi.
İcraat açısından bu ekibin halka kolayca anlatacağı kapsamlı bir hikâyesi yoktu. Sadece Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı vardı... İyiydi ama daha çok okuduğu şiir yüzünden cezaevine girmesiyle tanınıyordu.
Peki, seçmen, çiçeği burnunda AK Parti'nin nesine oy vermişti? Bunun en önemli nedeni, diğer partilerin vahim durumuydu. Bülent Ecevit- Devlet Bahçeli- Mesut Yılmaz koalisyonu döneminde, başta ekonomi olmak üzere, o kadar yanlış işler yapılmıştı ki... Halk öncelikle onlardan kurtulmak istiyordu.
Yiyenler sandığa gömüldü
Nitekim öyle de yaptı.
Koalisyon partilerinin üçü de barajın altıda kaldı. Geriye parti olarak ne kalmıştı? AK Parti, CHP ve DYP... Tansu Çiller'in DYP'si daha önce kötü sınav vermişti. O da eski dönemin aktörü olarak görülüyordu. O da tasfiye edildi.
Seçmen 2002'de sadece iki partiye teveccüh göstererek barajı aşmaların sağladı:
Yüzde 34.3 ile AK Parti ve yüzde 19.4 ile Deniz Baykal liderliğindeki CHP...
AKP böylece hayalini dahi kurmadığı bir başarı kazanmıştı. Oyların üçte biri ile 550 milletvekilinin üçte ikisini kazanmıştı.
Partiye iki nedenden dolayı oy vermişti seçmen: "Bir de bunu deneyelim...
Bunlar Müslüman adamlar; diğerleri gibi 'yemezler'..."
AK Parti iktidarda büyük başarı gösterdi. Bilhassa ekonomi alanında halkı memnun etti.
Ayrıca ulaşım, sağlık ve konutta çok önemli işler yaptı. Böylece 2007 ve 2011 seçimlerini de kazandı.
Bütün bu süre içinde AK Parti'nin halktaki "Bunlar yemez..." imajı devam etti.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın karizması ve duruşu da bu imajı pekiştirdi.
Diğerler olaylar münferitti
Arada sırada birtakım yolsuzluk haberleri çıksa da (mesela Almanya'daki Deniz Feneri olayı) bunların hiçbiri AK Parti'ye yapışmadı.
Partiyi ve kadroları kirletmedi.
Küçük çaplı olaylar önemsenmedi: "Partiyi değil, kişileri bağlar" dendi. Zaten AK Parti de az sayıdaki bu çürük elmalardan en kısa zamanda kurtuldu.
Siyasi açıdan onları sesiz sedasız evlerine gönderdi.
Bir daha adlarını anan olmadı.
Bugün ise AK Parti bambaşka bir durumla karşı karşıya...
Yolsuzluk operasyonunu yapan ekiplerin çeşitli ilişkileri ortaya çıkıyor.
Sadece Türkiye ile değil, yurtdışıyla da bağlantılı bir olay bulunuyor Hükümetin karşısında. Yani tek mesele Cemaat değil. Daha kapsamlı, ciddi bir durum bu...
Öte yandan bir başka gerçek daha var: Partinin iktidar olmasından yararlanan birtakım çürük elmalar, gemi azıya almış.
Çeteleşerek malı götürüyorlarmış.
Bence AK Parti hiç vakit kaybetmeden çürüklerden kurtulmalı. Çünkü bu kez olay farklı: Ayıklama işi ne kadar uzarsa, partinin imajı ve itibarı o kadar sarsılır.

ŞEREF OĞUZ: İHANET KÜLTÜRÜ

Kral, kuşlar çarşısındadır. Avcılar avladıkları kuşları, tuzakçılar yakaladıkları eğitimli keklikleri satıyorlar...
Padişahın gözü bu eğitilmiş kekliklere ilişir, etiketlerine bakar, "tanesi 1 altın" yazmaktadır.
Ancak içlerinden biri altın kafestedir ve etiketinde "300 altın" yazdığını fark eder. Sorar: "Neden? Diğerleri gibi görünüyor, nedir onu pahalı kılan?"
Satıcı açıklar: "Bu, özel eğitimlidir.
Çok güzel ötmesi bir yana bu sesi duyan nice kekliği etrafına toplar. Avcılar da bu sayede keklikleri daha kolay avlar." "Satın alıyorum" der Kral; "al sana 500 altın." Keseyi fırlatır, kafesi açar, kuşun kafasını oracıkta koparır. Satıcı şaşkın: "Efendim ne yaptınız? En maharetli kekliğin kafasını kopardınız."
Kral gülerek cevaplar: "Bu, kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir.
Akıbeti er veya geç ancak budur."
Söz eskiden bugüne taşınıyorsa, Hızır'dan sürekli yardım isteyen fakirin öyküsünü atlamak olmaz. Adam, her gün el açıp dua ediyor: "Çok fakirim, ekmeğim, param, çocuğum, evim, çiftim, çubuğum yok. Bana yardım." Hızır çıkagelir: "Yakarışını duydum, sana yardıma gönderildim. Dile benden ne dilersen ancak bir şartla: Sana ne verirsem, komşuna da 2 katını vereceğim."
Fakir adam, tanıdık coğrafyadandır ve duraksamadan talebini iletir: "O halde benim bir gözümü çıkar." İhanet kültüründen söz edip tanım vermemek olmaz. İhanet: Bağlı olduğu, savunduğu düşünceden, görüşten vazgeçip ona ters düşenlerden olmak... Ait olduğu topluluğa, aileye, ülkeye kötülük etmek... Gerektiğinde yardım etmeyip beslendiği sofrayı devirmek.
Sözü Aşık Hüdai bağlasın: "En yakınım kıysın bana, el ilen öldürmen beni..."
Peki, bu yazının ekonomi sayfasında işi ne? Belki de kriz tellallarımızın bolluğundan mıdır bilinmez, başka düşmana ihtiyaç duymayışımızdandır.

TULU GÜMÜŞTEKİN: İKTİDAR SEÇİLENİNDİR...

Günlerdir neyi tartışıyoruz? Sabah kalktığımızda televizyon haberlerinde, içimiz burkularak hangi konuda yeni haberleri merak ediyoruz?
Türkiye'yi bölgede enerji koridoru ve kurumsal bir istikrar unsuru haline getirecek Şahdeniz 2 anlaşmasını mı? Türkiye ile müzakerelerin hayatiyet bulması sayesinde ilişkilerin ivme kazanmasını kuvvetle destekleyen AB zirvesi kararını mı? Ukrayna üzerinden gerçekleşen AB/Rusya çekişmesinin Putin'in avantajına dönmesini mi?
Hayır, tartıştığımız, merakla ve endişeyle beklediğimiz haberler, yolsuzluk soruşturması olarak başlatıldığı iddia edilen, ancak siyasi bir operasyonun tüm unsurlarını içeren gelişmeleri kapsıyor. Bir yolsuzluk soruşturmasının önemli olması ve gizli yürütülmesi ne kadar anlaşılır bir husus ise, yargının ve kolluk kuvvetlerinin, hükümeti bir krize itecek bir operasyona alet edilmeleri o kadar kabul edilemez bir gelişmedir. Demokrasilerde, meşruiyetini seçimlerden ve yasalardan alan idare için, idarenin bütünlüğü ilkesine bağlı olarak, hükümeti sarsacak bir girişimden Başbakan'ın haberdar edilmemesi hiçbir teamüle uygun olamaz. Bunun adı, meşru yönetimin işleyişini sabote etmektir.
Görevi ve yetkileri itibarıyla, yürütmenin başında olan Başbakan, kabinede yer alan önemli bakanlarının yolsuzluk soruşturmasıyla, birinci derecede akrabaları yüzünden ilintilediklerini bilmemek ve medyadan öğrenmek gibi bir durumla karşı karşıya kalırsa, bunun adına siyasi operasyon denir. Ne İçişleri Bakanı, ne Başbakan, yürütülen ve sorgulama düzeyine gelmiş bir soruşturmayı engelleyecek bir girişimde bulunamaz. Buna rağmen soruşturmayı, yürütme erkinin en hayati temsilcisi olan Başbakan'dan saklamak, yargı temsilcileri ve güvenlik güçleri tarafından yürütme erkini töhmet altında bırakmaya çalışmanın en açık itirafıdır.
Eğer normal demokratik prosedürler işleseydi, Başbakan derhal haberdar edilir, söz konusu bakanlar soruşturmanın selameti için istifalarını Başbakan'a sunarlar, kabul edilip edilmemesi Başbakan'ın tasarrufunda olurdu. Bu gelişmeleri Başbakan'a bildirmemiş olmanın gayesi, istifaların "baskı altında" verilmiş olduğunu hissettirmek, yürütmenin prestijini zedelemektir. Türkiye'nin bu kriz sonucunda neleri yitireceğini hep beraber göreceğiz. Kayıplarımızın çok olmaması, herkesin ortak umudu... Ancak bütün gelişmelerin hesabını, demokrasilerde adet olduğu gibi, Başbakan seçmen karşısında verecektir. Bugüne dek olduğu gibi, gene meşruiyetini ve hükümetinin, partisinin, yerel yöneticilerinin performansını, sandıkta sınamak üzere seçmenin karşısına çıkacaktır.
Türkiye'de, siyasi parti olmadan siyasi mücadele vermek isteyenlerin, "yeni bir vesayet" peşinde olanların, "sandıktan çıkmak" gibi bir sorunları yoktur.
Demokrasilerde, meşruiyetini halktan ve evrensel hukuk ilkelerinden almayan hiçbir hareket, iktidar mücadelesi yapmaz.
Yaparsa bunun adına "cuntacılık" denir.
Türkiye, AB standartlarında bir hukuk devleti, şeffaf, hesap verebilir, katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi olabilmek için çok uzun ve zor mücadelelerden geçti. Demokrasi hiç bitmeyen bir mücadeledir. Ancak bütün bu savaşım, kerametinin nereden menkul olduğu bilinmeyen hareketler için verilmedi.
Yolsuzlukla mücadelede şeffaflık ne kadar önemliyse, demokrasi teamüllerine uygun bir iktidar mücadelesi de o kadar elzemdir.
Bu mücadelede, halkın sandığında sınanmamış hareketlere yer yoktur.

MAHMUT ÖVÜR: ÖZAL'DAN ERDOĞAN'A 'YOLSUZLUK' TUZAĞI

Siyasete kurulan tuzak ilk değil, son olacak gibi de görünmüyor. Ama bu kez tuzak tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı.
İstenseydi bile bu kadar açık edilemezdi. Seçime üç ay kala devreye sokulan bu operasyonun hedefi tek: AK Parti hükümetini çökertmek.
Siyasetle başarılamayanı operasyonla yapmak. Yolsuzluk suçlamaları bu gerçeği gölgeleyemez.
CHP'nin sevinci de bunu gösteriyor. Ama hemen sevinmesinler, aynı siyasi gelenekten gelen Başbakan Erdoğan gibi güçlü bir siyasi aktöre tuzak kuranlar, birilerinin hayalindeki CHP-MHP koalisyonunu kısa sürede "şamar oğlanı"na çevirir ve ellerinde oynatır. Hedef belki de bu. Türkiye'yi istedikleri gibi yönetmek.
100 yıllık Kürt meselesinin demokrasi içinde çözülmesini engellemek ve Türkiye'nin bölgesel ilişkilerini sabote etmek.
Bu uluslararası boyutu da olan soğuk savaş dönemi aklıdır ve bize hiç yabancı değil. Rahmetli Özal'a yapılanları hatırlayın.
Kürt meselesini çözmeye kalktığında başına neler geldi. Tıpkı bugünkü gibi "sivil diktatör" manşetleri atıldı, "tek adam olma hevesi"nden söz edildi. Ardından da 1991 seçim sürecine gidilirken, "Koskotas Dosyaları" olarak bilinen 140 yolsuzluk dosyası gündeme getirildi.
Muhalefet lideri Demirel de, "ANAP'tan hesap sorulacak, yolsuzlukların üzerine gidilecektir" diyerek büyük bir kampanya başlattı ve seçimi kazandı. Peki, sonra ne oldu? 90'larda gördük, o dosyalardan bir şey çıkmadı. Ama şu başarıldı: Türkiye kan gölüne döndü, iflasın eşiğine geldi ve Kürt sorunu da çözülmedi.
Bugün önümüze konulan "yolsuzluk" meselesi de böyle bir proje. Tabii bu yolsuzluk varsa üzerine gidilmeyeceği anlamına gelmez.
Ama Cemaat ve çevresi, toplumların hassasiyet gösterdiği "yolsuzluk" üzerinden farklı bir algı inşa etmeye çalışıyor.
Nasıl Ergenekon sürecinde hepimizi "vesayet rejimi geri gelir" diyerek korkutup kendi hesaplaşmalarını yaptılarsa şimdi de aynı şey yolsuzluk üzerinden yapılıyor. Nedim Şener, Ahmet Şık olayında olduğu gibi... Kim bilir böyle kaç tuzak kuruldu ve biz o tuzakların üzerine "tarihsel korkumuz Ergenekon"la mücadele nedeniyle yeterince gidemedik. Yıldıray Oğur'un deyimiyle "Az kullanılmış aptallar" durumuna düşürüldük. Tabii solun, Kemalistlerin ve eski Türkiye özlemcilerinin "Ergenekon davası"nın esasını görmezden gelmeleri da bu durumu kolaylaştırdı.
Peki, Ergenekon'la mücadele ettiğini söyleyenler (siyasi iktidar olmasaydı yapabilirler miydi?), yolsuzluklar karşısında bu kadar hassaslarsa neden onca yıl her şeyi ve herkesi dinledikleri halde Ergenekon çevresinin yolsuzlukları üzerine hiç gitmedi?

Kürtler tuzağa düşmemeli

Sadece 28 Şubat sürecinde onlarca banka soyuldu. 100 milyar dolara yaklaşan hortumdan söz edildi. Bu konuda açılmış bir tek dava var mı? Darbe planlıyorlar, cinayet işliyorlar ama parayla ilişkileri yok. Olacak şey mi?
Bu yapılmadığı gibi başta İsrail'le yakın ilişkisi bilinen Çevik Bir dahil, bütün 28 Şubatçılar tahliye edildi. Gerekçe "tutuksuz yargılama" arzusu olsa BDP'li milletvekilleri de bırakılırdı; ama bırakılmıyor. Bu bile "yolsuzluk" iddiasının toplumu etkilemek için bir perde olarak kullanıldığını gösteriyor.
Kürt ve sol siyasetçilerin bu gerçeği görmeden açlık grevi başlatmasına ne demeli?
Özellikle Kürtler bu tuzağa düşmemeli.
Tabii iktidar da artık Türkiye'yi korku cumhuriyetine döndüren güçlerden arındırmalı. Ve Uludere'den 7 Şubat'a hatta Yüksekova olaylarına uzanan kirli ilişkiler açığa çıkartılmalı...
Aksi halde bu tuzaklar sürer.

TAHA ÖZHAN: NEO-VESAYET YOLSUZLUĞU!

17 Aralık yolsuzluk soruşturmalarını, soruşturmayı başlatanlar ve medya propagandistleri dışında neredeyse hiç kimse 'sadece bir yolsuzluk soruşturması' olarak görmüyor.
Aksine büyük bir tedhiş atmosferi oluşturarak siyaseti dizayn hedefi güden bu yeni operasyonun oluşturduğu algı, ülkenin temizlenmesinden ziyade daha kaotik bir görüntünün ortaya çıkması oldu. Niçin peki? Nasıl olur da bir yolsuzluk operasyonu toplumun ezici çoğunluğunda rahatlama ve şeffaflaşma yerine tedirginlik ve gizem havası oluşturur? Niçin yolsuzluk gibi ağır bir suç hakkında birçok isim risk alarak yaşananların yolsuzluğun ötesine geçen bir durum olduğunu söylerler?
Neden operasyonun gazetelerine dönen bir kaç yayın organı hariç geriye kalan bütün ulusal ve uluslararası medyada benzer bir sorgulama farklı düzeylerde yapılır? 17 Aralık soruşturmalarını adliye koridorlarında kalarak analiz etmenin bizi götüreceği tek yer siyaseti, hayatı ve hakikati 'bekçi perspektifine' teslim etmekten ibaret olacaktır. Önümüzdeki 18 ayda üç seçim yaşayacak ve ülkenin kaderini belirleyen en önemli koltuklarda değişim yaşama ihtimali olan Türkiye'de, yolsuzluk soruşturmasının hem suç hem de cesamet anlamında en cüzi kısmının yolsuzluk olduğunu anlamak gerekiyor. Yolsuzluk gibi ağır bir suçun siyasete karşı kullanılan silahta susturucu vazifesinden başka bir anlamı da bulunmuyor. Ahlaksız bir suçun ortaya çıkardığı tedhiş atmosferi ancak ve ancak o suçu işleyenleri susturabilir.
Dolayısıyla siyasete açık bir mühendislik girişiminde kullanılan aracın meşru olması, herkesin gözü önünde yapılmaya gayret edilen müdahaleyi ortadan kaldırmamaktadır. Kaldı ki bu müdahaleyi yapanlar açısından işlevleri de sonlanmıştır. Yargıdan, mülki idareden ve hükümetten açık bir şekilde gizlenerek yapılan operasyondaki aktörlerin vazifesi, dizayn edilen iş akış planına göre 17 Aralık günü sonlandı.
Bunu en iyi bilenler de kendileriydi.
Şimdi onların bıraktığı yerden başka aktörlerin tartışmayı devralması gerekiyor. Tam da bu noktada hükümeti de aşacak şekilde çok daha varoluşsal bir sorun ortaya çıkmaktadır: Türkiye bu operasyon üzerinden siyasetin açık bir şekilde dizayn edildiğine şahitlik ederse yeni vesayet rejimi karşısında ülkenin kaderi ne olacaktır? Evet, varoluşsal soru yukarıdaki gibidir. Türkiye'nin bu aşamadan sonra önemli gerilimi bu soruya cevap verme ihtiyacı hissedenlerle hissetmeyenler arasında gerçekleşecek.
Ortaya çıkan bu fay hattı 2014 ve sonrası ülkenin kaderine dair yapılacak tartışmanın ana üssü olacaktır. Hal bu iken ısrarla emniyet ve yargı koridorlarına hapsolarak 'susturucuya odaklanmamızı' talep edenlerin yeni vesayet girişiminin birer kurşun askerine dönüştüğünü göreceğiz. 17 Aralık soruşturması polisiye ve adli anlamda aynı gün sonlanmıştır. Suçlu varsa suçunu çekecektir. Bu suçtan ortaya çıkacak siyasi maliyeti de millet kendi basiretiyle değerlendirecektir.
Sorun nevzuhur vesayet girişimidir. Geldiğimiz noktada, devlet içinde artık gizlenemez ve gizlenme ihtiyacı da hissetmeyen kayıt dışı neo-vesayet odağının 'yolsuzluğunun', 17 Aralık soruşturmasıyla ortaya çıkma ihtimali olan 'yolsuzlukla' mukayese bile edilemeyecek bir boyutta olduğu en üst düzeyde seslendirilmektedir. Tam da bu noktada 'neo-vesayet yolsuzluğun' kriminal ucuz yolsuzluğu soruşturması hem usul hem de yaratmaya çalıştığı tedhiş anlamında kendisini kamufle etme girişiminden başka bir şey değildir. Aksi takdirde soruşturmanın zamanlaması, içeriği ve usulü farklı olmak durumunda kalırdı. Sansasyon yaratmak, siyasi mühendislik çabası içine girmek yerine suça bulaşmış ve kirlenmiş aktörlerin üzerine suç işlendiğinde ayrı ayrı gidilirdi. Ortaya çıkan manzara, tam aksine, neo-vesayet odaklarının suçun ya da suçlunun peşine düşmek yerine 'başka bir savaş' için, hem de vekâleten yürüttükleri bir kavga için, mühimmat biriktirdikleri algısını güçlü bir şekilde oluşturmaktadır. Siyasetin, milletin emanetine ve ülkenin kaderine sahip çıkmasının yol haritası çok karmaşık değildir. Kriminal yolsuzlukla en ağır şekilde mücadele edilirken; ülkenin kaderini şekillendirme potansiyeli olan neo-vesayet yolsuzluğa da açıkça dur denmelidir. Kriminal yolsuzluk adliye koridorlarında son bulacakken, neo-vesayet yolsuzluğun parti ayrımı gözetmeksizin milletin meclisinde son bulacağı görülmelidir. Çünkü neo-vesayet yolsuzluğun ortaya çıkaracağı tefessüh hali siyasetin uzun yıllar meşruiyet krizine girmesine yol açabilir.

HATEM ETE: 17 ARALIK SÜRECİ

17 Aralık operasyonunun adli ve siyasi olmak üzere iki boyutu var. Adli boyut yolsuzluk, rüşvet, resmi belgelerde sahtecilik gibi eylemlerin vuku bulduğu iddialarına dayanıyor. Hukuk öncelikle eylemle ilgilenir ve özneleri gerçekleştirilen eylemler üzerinden yargılar. Dolayısıyla, adli düzlemde, faillerin konumu paranteze alınarak, bu iddiaların üzerine gidilmesi, soruşturmanın kamuoyunu tatmin edecek düzeyde derinleştirilmesi, faillerin korunduğuna yönelik bir izlenimin oluşmasına izin verilmemesi gerekir.
Operasyonun adli boyutunun yanı sıra bir de siyasi boyutu var. Sadece yolsuzluk iddialarını mercek altına alarak siyasi yansımalarını görmezden gelmek, yüz yüze olduğumuz krizin odağını değiştirmekten, operasyonun siyasi mühendislik yönünü gözlerden kaçırmaktan başka bir anlam taşımaz. Siyaset öncelikle öznelere odaklanır ve eylemleri öznelerin kimliği üzerinden değerlendirir. Bu nedenle, hiçbir siyasi okumanın, operasyondaki özneleri hesaba katmama lüksü olamaz. Kim ki ısrarla, operasyonun adli boyutunu gündeme taşıyıp siyasi yansımalarının gündem bulmasından rahatsızlık duyuyorsa, operasyonun siyasi mühendisliğinin aktörlüğünü yapmaktadır.

Yeni vesayet odağı
Kamuoyunda, operasyonu kurgulayan, hayata geçiren ve savunan yapının kimliği ile ilgili bir şüphe bulunmamaktadır. 17 Aralık operasyonu, son bir aydır sürdürülen tartışmaları başka bir düzleme taşımış; tahmin, kaygı ve iddiaları gerçeklik düzeyine çıkarmıştır.
İlk olarak, bazı bürokratların kurum hiyerarşisi ve öncelikleri doğrultusunda hareket etmek yerine kendi öncelikleri doğrultusunda hareket ettikleri endişeleri dile getiriliyordu. İkinci olarak da, sivil toplumun siyasetle kurduğu ilişkinin, bürokratik vesayete veya siyaset mühendisliğine uzanmaması gerektiğine işaret ediliyordu. Bu iki boyutun da, demokratik siyaseti dışlayan ve zayıflatan yeni bir vesayet teşebbüsü olduğu ifade ediliyordu.
17 Aralık operasyonu, bu kaygıların yerinde olduğunu gösterdi.
Karşımızda, kapalı, hiyerarşik, kendine özgü bir siyasal gündeme sahip, otonom bir yapı var. Bu yapı stratejik kurumlarda edindiği mevzilerle, ülkeye siyaset biçmekte, ajandasını kabul ettirmek için haftalardır tehdit ettiği seçilmiş hükümete operasyon yapmakta, ülkenin orta ve uzun vadeli siyasetini dizayn etmek üzere birçok 'sürpriz' ittifaklara girmekte, siyasal mühendislik yürütmektedir.

İnşa sürecine operasyon
17 Aralık operasyonuyla yeni bir süreç başlatılmıştır. Bu süreç, küresel bir akılla ve bu aklın Türkiye'ye yönelik hesaplarıyla ilişkilidir. 17 Aralık süreci, yeni Türkiye'nin öngörülen koordinatlarını yeniden dizayn etme amacıyla başlatılmıştır. Yeni Türkiye'nin inşa sürecine aktörlük eden Erdoğan ve AK Parti'yi seçimler öncesinde zaafa uğratmayı, vesayet altına almayı amaçlamaktadır.
Bu yapının öncelikli hedefi Erdoğan ve AK Parti olsa da, aslında, siyaseti ve demokratik sistemi tehdit etmektedir. Bu yapı ortaya çıkarılıp etkisiz hale getirilmeden demokratik siyaset güvence altında olmayacaktır. Operasyon korkusu, siyasal iklimi enfekte ederek toplumsal huzuru ve siyasal istikrarı bozacaktır.
Öncesi ve sonrasındaki siyasal hamleler hesaba katıldığında planlı bir stratejinin hayata geçirildiği fark edilecektir. Son günlerde meydana gelen her 'sürpriz' ve tuhaf gelişme birbiriyle ilişkilidir. Yüksekova'daki gerginlik, CHP'nin İstanbul'da Sarıgül Ankara'da Mansur Yavaş'la yürüttüğü müzakereler, CHP'li Mustafa Balbay'ın salıverilirken BDP'li milletvekillerinin tutuklu bırakılması, Hakan Şükür'ün istifası, CHP'nin ABD Büyükelçisiyle görüşmesi, 28 Şubat Davasında hiçbir tutuklu sanığın kalmaması gibi ilk etapta ilişkisiz görünen bütün gelişmeler aynı siyasal iklimden beslenmekte, aynı yapıyı işaret etmektedir.
17 Aralık süreci ileride yakın dönem Türkiye tarihi yazılırken önemli bir kırılma anı olarak kayıtlara geçecektir. Kısa ve orta vadeli bütün gelişmeler ve gelişmelere etki eden aktörler bu süreçten etkilenecek, Yeni Türkiye bu sürecin yönetilme performansıyla şekillenecektir.
AK Parti, operasyonun adli ve siyasi boyutlarını, birini diğeri lehine ihmal etmeden ele almalıdır. Yolsuzluk yapanlarla yolsuzluk üzerinden siyasi mühendislik gerçekleştirenler suç ortağı, dava arkadaşıdır. Yolsuzluk iddiası, siyasi mühendisliğin kamuflajıdır. AK Parti, siyasi mühendisliğe siyasal bir cevap verirken, öncelikle, yolsuzluk bagajından kurtulmalı, yolsuzluk iddialarının gereğini yaptığına dair kaygıları gidermelidir.
Öte taraftan, operasyonun siyasi yönü apaçık ortadadır.
AK Parti, bu otonom yapıyı, hukuk içinde kalarak, tespit ve tasfiye etmekle yükümlüdür. Bu yapıyı tasfiye etmek, Ergenekon'la sembolize edilen vesayetçi aktörleri tasfiye etmek kadar meşru ve gereklidir.
17 Aralık itibariyle Türkiye'nin önündeki soru açıktır: Türkiye'yi nüfuz edilemeyen, yönetilemeyen, kontrol edilemeyen, kapalı, karanlık, hiyerarşik, denetlenemez bir vesayet odağı mı, yoksa seçilmiş siyasi iktidarlar mı yönetecek?


MEHMET BARLAS: SİYASET SAVAŞINDA DA ZEHİRLİ GAZ KULLANILMAMALIDIR

Aklı başında, vicdan sahibi, siyasi sağduyusu ve vatandaşlık bilinci olan hiç kimse "Yolsuzluk olsa bile bunlar görmezden gelinmelidir" demez, diyemez. Yani güncel tartışmanın tarafları arasındaki anlaşmazlık konusu bu değil. En damardan AK Parti destekçileri de "Yolsuzluk varsa üzerine gidilmeli" diyorlar.
Tartışılan şeyler "Yolsuzluk soruşturması" vesile edilerek gerek birtakım Emniyet ve Yargı mensuplarının izledikleri olağan dışı yöntem, gerek bu yönteme bağlı olarak adaletin medyatik yöntemlerle çarpıtılması girişimleri, gerek bu operasyonların itici gücünün "Cemaat" olması kuşkusu, gerekse bu arada "Halk Bankası"nın hedef seçilmesidir.
Hatırlayın geçen aylarda Suriye'ye ilişkin olarak dünya kamuoyuna yansıyan gelişmeleri.

Kirli savaş

Zaten kirli bir iç savaşı yansıtan bu tabloda, Beşar Esad nerede köşeye sıkıştı? Çünkü Suriye'de devlet güçleri kendi vatandaşlarına karşı "Zehirli gaz" kullanmışlardı.
Beşar'ın kendi halkını katletmesini "Bu ülkenin iç işidir" diyerek uzaktan izleyenler ve Rusya bile "Zehirli gaz" kullanıldığını duyunca, aynı safta birleştiler. Çünkü savaşın bile ahlaki ve hukuki kuralları arasında, bu tür silahların kullanılmaması vardır.
Siyasetin de böyle kuralları var...
Her türlü ayak oyununa, her çeşit komploya açıktır siyaset.
Ama mesela tarafların birbirlerinin özel hayatını teşhir etmeleri, cinsel içerikli kasetler üretip bunları el altından yaymaları, uydurma görüntülerle rakiplerini zor durumda bırakmaya çalışmaları benzeri girişimler, siyasetin zehirli gazlarıdır.

Düzmece kasetler

Son tartışma ortamında bu gibi girişimlere çok sık tanık olduk.
Örneğin düzmece kasetlere hem Numan Kurtulmuş, hem de yazar arkadaşımız Rasim Ozan Kütahyalı hedef oldular. "Soruşturmanın gizliliği" ilkesini abartarak uygulayan ve "Halk Bankası Operasyonu"nu bile "Devlet"ten habersiz yapanlar medyaya, bu soruşturmaya ilişkin ve gerçek oldukları tartışmalı görüntüleri servis ettiler. İşin en kötü yanı bu ahlak ve hukuk dışı davranışların, belirli kesimlerde doğal karşılanmasıdır.
Örneğin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bir kasetle devrilmiş ve kendi partisi bu süreci adeta doğal karşılamıştır. Aynı şekilde MHP'li siyasetçiler de kaset saldırısına hedef olup, tasfiye edilmişlerdir.

Bunlar ayrıntı değildir

Bu ahlak ve hukuk dışı davranışları askeri rejimlerde ve son olarak 28 Şubat postmodern darbesindeki "Andıçlar"da da görmedik mi? Daha önce de maktul Başbakan Adnan Menderes'in özel yaşamı, 27 Mayıs cuntası tarafından teşhir edilmemiş miydi?
Kısacası kanıtlanmamış iddiaları kullanıp rakipleri suçlu ilan etmek, doğru olmasa bile siyasette kabul edilen yöntemlerdendir.
Bu bakımdan muhalefet sözcülerinin oğulları gözaltına alınan bakanların istifalarını istemesi, yadırganacak bir davranış değildir.
Ama el altından servis edilen ve gerçeklikleri tartışılan fotoğraflara dayalı olarak suçlamalar yapmak, kasetlere bel bağlamak, siyasete zehirli gazla müdahale etmek gibidir. "Bunlar ayrıntı" demeyin sakın...
Uygarlık ayrıntıların üzerinde oluşur.


OKAN MÜDERRİSOĞLU: OPERASYON ÇEKİLEN ÜLKE

Önce bazı hususları açık bir dille kayda geçirelim: 1- Meseleye, "masumiyet karinesi" ve "suçun şahsiliği" ilkesi çerçevesinde baktığımızda söylenmesi gerekenler belli. Suçluluğu ispatlanıncaya kadar herkesi masum kabul etmek zorundayız. Ancak, bağımsız yargının vereceği karara göre, hata yapan varsa bedelini ödemeli. Yani, sıfatı ne olursa olsun kimse suç işleme imtiyazı olmadığını bilmeli. Hukuk ve etik dışına çıkmanın maliyetine katlanmalı. 2- Meseleye, siyasi açıdan baktığımızda ise "hesaplaşma adresinin" sandık olduğu görülüyor. Yani, siyasiler hem hukuk hem de halk önünde sorumlu olduklarını kabul etmeli.
Siyasi hesabı millet kesmeli. Milletin mesajına göre; yürüyüşünü, yol arkadaşlarını gözden geçirmeli.

***

Lakin...
Meseleyi bir de "stratejik" açıdan ele almak zorundayız. Bunun için haklı gerekçelerimiz de mevcut. Öyle çok uzağa gitmeye gerek yok. Güncel bilgiler, büyük Türkiye resmini görmek bakımından yeterli. 1- Küresel finans krizine rağmen ılımlı da olsa büyüyen, istikrarlı ekonomik yapı. 2- Güçlü ve güvenilir bankacılık sistemi. 3- Milli savunma sanayiinde yerli kapasitede ciddi atılım. 4- Geleneksel NATO müttefiklerine rağmen Çin'le teknolojik yakınlaşma. (füze ve uydu) 5- Irak Bölgesel Kürt yönetimi ile yıllık 100 milyar doları bulabilecek petrol ve doğalgaz sözleşmeleri. 6- Rusya ve Japonya ile nükleer işbirliği. 7- Montrö Boğazlar Sözleşmesi'ni, Karadeniz'in statüsünü doğrudan etkileyecek Kanal İstanbul Projesi. 8- Avrupa hava ve yolcu trafiğinin yönünü değiştirecek İstanbul 3. Havalimanı.
Özetle...
Hayli ezber bozan bir ülke!
***

Bir diğer konu... "Bölgesel denklem."
Bilhassa Suriye, Mısır ve Filistin. 1- Suriye'deki insanlık dramını dile getiren, Suriye halkının iradesinin tecelli etmesini savunan ve bu yüzden hatırı sayılır risk üstlenen bir Türkiye. 2- Mısır'da darbeye karşı duran, küresel iki yüzlülüğü ortaya çıkaran bir Türkiye. 3- Gazze'deki ablukaya yüklenen, bölünmüş Filistin senaryosunu durduran bir Türkiye. 4- Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarına kayıtsız kalmayan bir Türkiye...
Bir başka ifade ile yakın coğrafyada operasyon yapılan tüm ülkelerdeki oyunu bozmaya çalışan bir Türkiye.
İşte bu nedenlerle şimdi doğrudan "operasyon çekilen bir Türkiye!"

***

Israrla belirtelim...
Hukuken, ahlaken, siyaseten yanlış yapan varsa "yargı, kamuoyu vicdanı ve millet" nezdinde kaderine razı olmalı.
Türkiye'nin stratejik dengeleri, varsa yanlışların mazereti gibi sunulmamalı.
Buraya kadar tamam...
Ama ya sonrası? 1- Siyasi istikrarı zedelenen, 2- Seçmen tercihleri manipüle edilen, 3- Kur ve faiz baskısı yaşayan, 4- İçine kapanan, 5- Bölgesel iddiasını kaybeden, 6- Siyasi ve ekonomik belirsizlik tüneline giren, 7- Yatırımları ve tüketimi erteleyen, 8- Çözüm Süreci'nde ivme kaybeden bir Türkiye, kimlerin işine gelir?

***

Demem o ki... 1- Siyasi görüşünüz, 2- Kızgınlık veya kırgınlık dozunuz, 3- Taraftarlığınız veya karşıtlığınız, 4- Hatta, gerekçeniz ne olursa olsun...
Duygusallığa esir düşmeden, mantık zinciri içinde son olaylara, olup bitene, arkasındaki odaklara, onlara koz verenlere lütfen sağduyu ile bir kere daha bakın! Alternatif gibi sahne alan siyasi aktörlerin sicillerini hatırlayın. İç ve dış ayaklı büyük güç mücadelesinin Türkiye'yi operasyon alanına çevirme hedefini göz ardı etmeyin.
Sonra...
Kararınızı özgürce verin.


RASİM OZAN KÜTAHYALI: EMNİYET-YARGI CUNTASI VE DOĞAN MEDYA

Aslında her şey iyi oldu. Bu dakikadan sonra iki noktada da artık süreç geri döndürülemez. Türkiye büyük bir kış temizliğine girmiştir.
Bu süreç sancılı olacaktır ama Türkiye'nin hayrına olacaktır.
***

Birincisi AK Parti içinde yolsuzluğa bulaşmış olanların tasfiye süreci başlamıştır.
İkincisi devlet içinde meşru otoriteden bağımsız hareket eden ve meşru hükümeti vesayeti altına almak isteyen yapının da tasfiye süreci başlamıştır. Bu iki süreç beraber yürüyecektir.
Türkiye geri dönüşsüz bir yola girmiştir.
***

Bu süreç sonunda TSK, Emniyet, MİT ve Yargı yeniden yapılanacak ve şeffaflaşacaktır. Yolsuzluk yapanlar cezalandırılacaktır.
Bir yandan da yolsuzluğa sebep olan bataklık kurutulacaktır. Bataklık kurutulmadan yapılacak sineklerle mücadele çalışmaları aptalcadır. Yolsuzlukların bataklığı devlet- merkezli ekonomik yapıdır.
Ekonomik hayatta devletin varlığı bu kadar büyük oldukça yolsuzlukları kimse engelleyemez. Ekonomik anlamda devlet küçülecektir ve böylece yolsuzluk oranı minimize edilecektir.
Çözüm liberal demokrasi ve liberal ekonomidir.
***

Şu an demokratik yolla işbaşında olan meşru siyaset odağıyla çeşitli şantaj yöntemleriyle demokrasiyi kuşatmak isteyen devlet içindeki gayrimeşru bir odak karşı karşıyadır.
Bana göre gerçek bir demokratın bu bağlamda tercih yapma mecburiyeti vardır. Nasıl ki 2007-11 döneminde "Ne Ergenekon Ne AKP" demek demokrasiye aykırı bir tutum idiyse şimdi de aynı durumdayız.
Şüphesiz bugünden baktığımda 2007-11 döneminin adli hatalarını hatta skandallarını daha iyi görüp tahlil edebiliyorum.
Aslında o zaman da görülüyordu bazı şeyler ama "Ne O Ne O" diye tavır koyacak bir lüksü yoktu Türkiye'nin. Hukuksuz bir yapı olan askeri vesayet meşru yöntemlerin yanında KontrErgenekon tipi hukuksuz yöntemlere de başvurularak göçertildi.
***

İşte o yüzden Askeri vesayetten temizlendik.
Ama temizlenme temiz olmadı diyorum. İşte o yüzden devlete karşı işlenmiş suçların affını ve cezaevlerinin boşalmasını savunuyorum. Fakat her türlü hataya rağmen 2007-11 döneminde askeri vesayet karşısında sivil siyasetin yanında olmak meşru ve onurlu bir tutumdu. Fakat son iki sene içinde anladık ki demokrasi cephesinde olduğunu sandığımız birileri vesayete karşı sivil siyasetin ve demokrasinin yanında değil kendi vesayetlerinin peşindeymiş. O yüzden asker vesayetine bindirmişler.
***

Bu yaşadığımız süreçte aslında üçüncü taraflar için de büyük bir fırsat ortaya çıktı.
Yani "Ne Erdoğan hükümeti ne Emniyet-
Yargı vesayeti" diyen çizgide olanlar için çok geniş bir imkân alanı var. Dediğim gibi ben bu tavrı demokratik ve meşru bulmuyorum ama elbette isteyen istediği tavrı koyar. Öte yandan bu pozisyon şu anki çatışmayı tüm çıplaklığıyla ve gerçekliğiyle ortaya koyma imkânını size veriyor. Sonuçta bir tarafa aitseniz belli noktalarda stratejik ve taktik düşünürsünüz.
Belli alandaki güç ve güçsüzlüklerinizi saklarsınız. Nitekim iki taraf da belli şeyleri hâlâ yutuyor.
***

Şu an Aydın Doğan Medyası bu meselede tarafsız olduğunu iddia eden bir tavırda. SABAH ile beraber Türkiye'nin en büyük iki gazetesinden biri olan Hürriyet ne hükümet ne vesayet çizgisinde olduğunu söylüyor. Bu tavırdaki bir gazetenin her türlü gerçeği sansürsüz yazarak ortalığı inletme ve tüm iç-dış odakların ilgi odağı olma imkânı var. Bu iş adil yapılırsa hem hükümetin hem cemaatin saygı duyduğu hakemlik mecrası da olunur. Fakat bugün Hürriyet bir tarafa angaje olmayı seçerek Türkiye'de yaşayan diplomatların bile takip etmeye gerek duymadığı bir gazete olmak üzere. Al Monitor'da da yazdığım için diplomatik çevrelerle de bir hukukum var. Oradan biliyorum. Eskiden Türkiye'yi anlamak için ilk Hürriyet'e bakıyorlardı. Şimdi çoğu sadece göz gezdiriyor. O da bakılacak bilmem kaçıncı gazete olarak.

Yarın bu konuya devam edeceğiz.