Haliç ve 'Histanbul'

Fotoğraf fotoğraf çekmek İstanbul'u, Boğaz'ı, Haliç'i. Hem de içine duman duman çeker gibi çekip bir hoş olmak gezisi bunun adı. Tekmil yazım formatlarına tokat atıp, kafadan yüreğe kurulmuş köprülerin yapı taşlarındandır satırlar, okuyun görün

Kaynak GAZETE Giriş Tarihi 16 Kasım 2009 Güncelleme 16 Kasım 2009, 00:12
Haliç ve ’Histanbul’

İÇİNDEKİLER

Hani sırtlarında Kasımpaşa'nın, kasım kasım kasılan kasım güneşi var ya. İşte o kötü güneş; bakmadan sonbahar tırmığı tırnaklarının pasına, süzüle süzüle indirir sarı ışınlarını, ısırır bedenini nafile. Yahu sen zaten aba kumaştan kış urbaları gibi giymişsin İstanbul sevdasını üstüne, Haliç'te üşümezsin korkma. Gözün kayar altında kayıklara beraber kara lacivert sularda. Gider bir "3 silahşörler" masalına takılır. Atos-Portos-Aramis'tiler değil mi? Bunlar başka masalların kahramanıdır oysa. Haliç'in silahsız 3 silahşörlerdir ve adları Küçüksu, Göksu, Küçükçekmece olarak bilinir yolcu âleminde. Şimdi devrik krallar gibi izbe bir iskeleye iltica ettiklerine bakma. Gelinlik kızların bile düşüydü onlarla düğün gezisi mesela Balat açıklarına.

Vakarlı ve sitemsiz
Çürümüş karpuz kabukları gibi ölgün, hüzünlü ama yine de vakarlı susuyorlar seyret. Bu çıkan ses mi? Tersane işçilerinden biri yine çekicini düşürdü herhal. Tok, kocaman kütürtüsü paslanmaz çeliğe vurdu yankıdı Haliç'e, kuşlar kalktı, karabatak, martı martı. Az ötesi felaket mahallesi biliyorum. Orada çekiç de yok, ses de işçi, usta ya da insan gölgesi de. Kimsesizliğin böğrüne soktuğu hançerle yarılmış bir şeftalinin acısı var artık Camialtı Tersanesi'nde. Geleni gideni yok, faresi, kuşu, pasaklılığı çok.

Denizden babam çıksa
Senin teknenden temiz ve sızmışlığının kokusu gelir yüksek oktanlı benzinin. O koku gider karışır Ayvansaray kıyısının zift, katran kokusuna. Kimine (ki onlar doğma büyüme Haliç çocuklarıdır) mis-i amber gibi gelir bu rayiha hey heeeey. İleride kocaman ötesi aşk transatlantikleri durur heyula gibi. Fener önlerinden baksan da o ta Galata rıhtımından heybetli görünür yine de. Önü başından geçen balıkçı sandalları bir nohut tanesi küçümenidir kıyaslayınca. Ama o dev anasının süvarisinden daha iri yüreklidir bizim balıkçı reisler.

Belki de seversin

Eski vapur camlarından Eyüp sırtlarının suretlerini görürsün. Gölge gölge çökerler puslu isli camlara. Belki sever fotoğraflarsın kim bilir. Yavuklun yanındaysa bir başka dosta pozlar verirsin. "Bi fotoğraf çekinebilir miyiz?" şarkısı gibi yaparsın. Sonra gülersin içinden. Deniz çöpçüleri karınlarına Marmara'nın tekmil çer çöpünü yüklemiş gibi gelip baştan kara etmiştir teknelerini. Uzaktan bile seçersin amma da leş gibi bin bir ıvır zıvırı. Gülersin deyişim Cevat Şakir üstadın lafını hatırlamandan mülhem: "Denizden babam çıksa yerim " demişti ya, gel de gülme.

Çocuk dişleri
Sütlüce kıyılarından Alibeyköy önlerine akar kayığın. Savrulur aklın başın. Zorlarsın bir daha. Yakalarsın dizeleri bir başka İstanbul şairinden. O da der ki; "Ve Haliç çocuk dişleri gibi dedim, gülünce çıkan. Esmer uyanması gibi vücudumun bir yerinin (bir deniz müzesinde iki foklu bir pelikanlı ve korkunç hüzünler taşıyan ve eylül yüzlü. Eylül, bir çocuğun elinden tutmak gibi Fener'de (ki bir Ortodoks kilisesine devam ediyordur) Lacivert elbiseler giyer ve sarı düğmeleri sallanır rüzgârda ve yeni yeni ağarıyordur vakit ve çok eski bir kazı ki bir virgül gibi düşüyordur baş aşağı Balat'a.

Eski yeşil

Hava düştü Kâğıthane tarafında diyorum sonra da Ve Eyüp'e bakıyorum. Eyüp'te su suya benziyor Bir ev bir eve, bir yaprak bir yaprağa. Ve incecik çiziyor geceyi bir kâğıt bir ağaç. Ve eski yeşil denilen bir yeşil Ve bir su çarkı Yavaş yavaş dönen. Bir atın çektiği gözleri bağlı ve sefil. Köprünün demirlerine yaslanıp bakıyorum sonra yirmi altı yaşımla arkamda asker elbisesi. Bıyıklı, uzun yüzüm. Bir dağ istiridyesi gibi de sarı. Belli bir kızı seviyorum ve hep geceleri çıkıyor. Bir balık geçiyor, ben balığı yazıyorum. Ben ki ne zaman doğduğumu bir köşeye yazmamışımdır ve hep kendimi götürmüşümdür gittiğim yer yere...

Ateş kızıllıkları
Bilir misiniz? Gece yarısından sonra Haliç'te deniz kımıldamaz. Fenerlerini akşamdan yakmış gemiler ölü bir gecenin ortasında sessiz durur. Anlatılanlar bitmiş söylenecek bir şey kalmamıştır. Güverteye uzanan tayfalar aşina denize ve yıldızlara karşıdır. Tenteneli kayıklar çekilmiş kumsala sönmüş ateşlerin kızıllığında ıslak ve aşınmış halatları fark edilir. Karacaahmet'te güneş doğarken teselli olmuş insanlar denize karşı yüzlerini yıkar ve ötede Marmara'ya dökülen balıkların hikâyesini anlatır Çengel Halil. Gün yükselirken başlamıştır dünyanın en tatlı meyvesi çalışmak, çuval çuval Rumeli kömürü tozdan kararmış insanların sırtlarında sahile taşınır.

Torniston geceler
Çok sürmez dönüş vakitlerinde Mimar Sinan mektebi önünü bulman. Kendilerinden gayrı herkesi şapşal sanışlı bakışlı bir yığın yüksek talebe. Mermer ve tuval muamelesi yaparak geçişlerine ve sana ya keskilerle yontmak ya fırçalamak arzusu duyarlar suratını başını. Toyluklarına verip aşarsın orayı, gider Kabataş kuytusunda bir balıkçı barınağında dumandan uçmuş bin yaşında bir balıkçıya, Ali Reis'e yaslanırsın ooooh!..

Memnun ve kedersiz
Lise yıllarından kalma dizeler çöreklenir aklına. Hepsi de "altın boynuz" , "golden horn", yanim Haliç üzre dizilmiştir. Tamamını beceremezsen de fısıldarsın birkaç mısra. "Bahardan sonra odun ve kömür yüklü çatanalar Bulgar limanlarından memnun ve kedersiz girerler bir gece yarısı Haliç'ten içeri. O zaman Pavli'nin meyhanesinde dile gelir kaç gündür saklanan arzular bir yumrukta söylenir beş kırk dokuzluk iki doksan altılık rakı" diyen.