Tarihi 10 Şubat 2015

Adı Müzeyyen, adresi sesi

Keklik ötüşlerini bilirdi de ağlardı... Uzun hava çekerdi asker yolu bekleyen anneler için... Kim bilir hangi derdi hangi umuda bağlardı... O, sanat dünyasının ölümsüz efsanesi... Bugün son yolculuğuna uğurlanırken melekler adını cennete yazdırdı bile. Adı Müzeyyen Senar. Adresi sesi.

Şamdan Dergisi'nde söyleşiler yaptığım dönem. 1998 yılı, aylardan 1 Kasım sabahın dokuzu. Şarkı söyleyerek uyanan bir efsane vardı karşımda; Müzeyyen Senar. Oğlunun Bebek'teki evinde yıkayıp duruladığı zamanı ipe asmıştı da kurutuyordu. Sabahları ne çay istiyordu ne kahve. Evinde radyosu, teybi yoktu, sadece bir televizyon. Eski plaklarını saklıyordu, bazen gramofonu olan bir dostunu bulduğu zaman o plakları dinliyordu. Cep telefonuna tamamen karşıydı. "Makine, sevgiyi öldürüyor" dedi. Makineleri elinin tersiyle iten birine, "Kendinize sakladığınız bir sevginiz var mı?" diye sordum. "Var" dedi, "Eski kocamın sevgisi. Onu çok sevdim, aşkı onda tattım. Unutulmayacak güzellikler yaşadım. Onu hala arıyorum." Kendisini sevmeyen yoktu.
"Hakkımda hiç kimseden kötü bir şey duyamazsınız, mümkün değil" dedi. Şarkı söylemekten aldığı keyfe karşılık, yalnızlıktan da keyif alırdı. "Ben yalnız oturuyorum. İki yıldır İzmir'deyim. Hiç şikayetim yok. Bodrum'da kızım var, İstanbul'da oğlum var. Sıkılırsam buraya geliyorum." Denize karşı özel bir tutkusu vardı. "15 yıl teknede yaşadım. Denizde huzur ve mutluluk vardı. Ama sattım o tekneyi. İnsan yaşlanınca geriye doğru gidiyor, ileriye gidemiyor. Yaşlanınca o yaşam zor geldi."
Yalnızken evin içinde üretime geçiyordu. "Dikiş dikerim, mutfaktan çıkmam. Ben hizmetçi ruhluyum. Tencere yemeklerinin hepsini yaparım da, mantı açmayı beceremem. Sebze yemeklerini çok severim." Günlük alışverişini her zaman kendi yapıyordu. Buzdolabının dolu olmasını geleneklere bağlılık olarak gösterdi. Şu sıralar akşamları meyve yiyor, sabahları bir dilim ekmekle yetiniyordu. Ekmeğin nasıl yapıldığını küçük yaşlarda öğrenmişti. "Ekmeğin karneyle alındığı yıllarını çok iyi biliyorum" derken, ekmek israfına fena halde karşıydı. Zamanında çok spor yapmıştı, vücudunun diriliğini göstermek için dizlerini kırmadan avuç içlerini yere yaptırdığını gösterdi, alkışladım. 1945-50 yılları arasında av sporuna merak sarmış, evlenince bırakmıştı. Giysilerini kendisi satın alıyor, eskilerini hemen dağıtıyordu. Hala aralıksız mektup yağıyordu sevenlerinden. Geçmiş onun için sıcaktı, alabildiğine güzeldi. Televizyonların sevgiyi ve komşuluğu öldürdüğünü biliyordu. Sadece günlük haberleri izliyordu. İnsanlarla çok iyi dostlukları vardı, arada kırgınlıklar da oluyordu.
Merak edip sordum. "Bülent Ersoy'la görüşüyor musunuz, kırgınlık falan var mı?" "Hayır" dedi, "O da kendi aleminde. Tesadüfen gördüğünce 'ablacım' diye bayılır. Kolumdaki bileziği o vermiştir, sahnede bana yüzük takmıştır ama şu sıralar görüşemiyoruz." Mecbur kalmadıkça uçağa binmiyordu, havaalanı eziyetli geliyordu ona. Büyük mutlulukları da tatmıştı, derin yasları da. "İçinizde kanayan bir yerler var mı?" diye, yürek kapısından içeri göz atmak istedim de, kapının aralığından cevapladı. "Geçmişe dönersem var. Son evliliğim hüsran oldu. Bir yerlerim kanadı. Yaşamak istediğim çok şey yarım kaldı." "Eksikliğini çektiğiniz bir özleminiz var mı?" dediğimde, bir yaraya parmağımı dokundurdum sanki. "Evet" dedi, "Bir kocayla ömür boyu yaşamak isterdim." Derin acıların gönlünde fasıl olduğu da çoktu. "Geçmişte büyük acılar yaşadım. İnandığım insanlardan darbe yedim. Maalesef insanlara olan inancımı hala yitirmedim. Ne yapabilirim huyum değişmiyor ki. Bir bilseniz bazen kendime nasıl kızıyorum. Kafamı duvarlara vuruyorum."
Hayatının artık son viteste olduğunu söyledi. "80 yaşında olduğumu biliyor musun?" Bir tarihin yapraklarını araladığımı biliyordum. Ezberinden çok şeyi silmişti. "Yoksa mümkün değil yaşayamazdım." O dönem albümünde Ormancı şarkısı okumuştu. Hikayesini anlattı bana. "Ormancı gerçek bir hikayedir. Bir delikanlı kahvecinin kızına aşık oluyor. Kahveci de genci öldürüyor." Daha ilginç bir hikayeye uzandı. Albümün çıkışından sonra bir gün yanına genç bir kız yaklaşmış, "Ormancı şarkısı okuduğunuz için size teşekkür ediyorum" demiş. Müzeyyen Senar, "Şarkının hikayesini biliyor musunuz?" diye sorunca kızın cevabına içi cız etmişti.
"Ben öldürülen gencin babaannesinin kardeşiyim." Eski aşkları sordum, "Aşk bir anda alevleniyor, bir anda sönüyor. Bende o sevgi kaldı ama eski aşklar da günümüzde kalmadı."
"Ölümüne aşklar eskidendi de, İstanbul eskiden İstanbul değil miydi?"
diye sordum. O günleri anlattı. "Beyoğlu'nda bir hafta öncesinden sinemaya bilet alınırdı. Beyefendiler kravatlarını takardı, hepsinin şapkası vardı. Şimdi blucini ayağına geçiren yallah Beyoğlu'na." Geçmişte sanatçı arkadaşlarıyla toplandığı günlerin özlemini yaşıyordu zaman zaman. "Safiye Hanım, Hamiyet Hanım, Perihan Hanım, Zehra Bilir Hanım her hafta birinin evinde toplanırdık." Sadece Zehra Bilir'le görüştüğü söyledi. "Öbür arkadaşlarla pek görüşemiyoruz. Ben çok aradım onlar aramadılar. Şimdi kimse kimseyi pek aramıyor zaten." Vefasızlık çarkı sadece eski dostlukları değil, sanatsal belgeleri de yok etmişti. "Türkiye'de ilk Türk filmini 1943 yılında ben çevirdim" dedi.
"Filmin adı Kerem İle Aslı ama film yakıldı." 1968 yılında "Ana Yüreği" adlı bir film daha çevirmişti de o film de kül olmuştu. İlk taş plağını 9 kuruşa yapmıştı. İlk otomobilini 1947 yılında 9 bin liraya almıştı. Bir Playmout. Son kasetinin gelirinin büyük bir kısmını Türk askerine bağışlamıştı. Asker denince gözleri doluyordu. "Sizi başka neler ağlatır?" diye sordum da, adres gösterdi. "Beni güfteler ağlatır, Keklik ağlatır, Eledim Eledim ağlatır. Asker Yolu ağlatır. Çünkün ben o güfteleri yaşıyorum. Mesele keklik dağlarda anasını arıyor ben ağlıyorum. O zaman halk da ağlıyor." Günün menzilinden çıkıp, geçmişe yolculuk yaptığında Atatürk'ü unutamıyordu. İlk olarak 1936 yılında Dolmabahçe'de konsere gittiğinde tanımıştı Mustafa Kemal'i. 17 yaşındaydı. İlk gördüğünde heybetinden ürktüğünü söyledi. "Rumeli türkülerini çok severdi" dedi, "Başka bir adamdı, çok sevdiğim özel bir insandı." "Sizi en çok kim anlar?" dediğimde bir an bile düşünmeden "Benim sevgili çocuklarım" dedi.
"Onlar çok iyidir, hepsi de üzerime titrer. Anneleri onların gözlerinin içidir" diyerek duygularına yürekli ilave yaptı. Bir tarihti Müzeyyen Senar. Açık unutulmuş bir kitabın sayfaları gibiydi. Yüzündeki çizgilerde, bakışlarında hüzün vardı görüyordum. O görkemli duruşuyla bile bir filmin en ağlamaklı yerindeydi belki. Zaman zaman iççekişlerinde çok şeyler gizliydi de. Hatıralar parkındaki günlük seferindeydi belki.

HEP PEŞİMDEN GELDİLER
Müzeyyen Senar bir ekoldü de, peşinden kimleri sürüklememişti.
"Zeki Bey olsun, Bülent, Gönül, Behiye Aksoy olsun hepsi benim peşimden geldiler." Peşinden gelenlerden rahatsız olmamıştı. "Şimdi hepsi kendine münhasır" dedi. "Sizde başkalarında olmayan neler var?" diye sordum. "Ben hissetmezsem okuyamam.
Arkadaşlarım okuyorlar."
1931 yılında başladığı müzik hayatında "Ben kendi müziğimi devam ettiriyorum. Yeni şarkıları bilmiyorum.
Biz hep dört mısralı güfteler okurduk.
Şerif İçli, Hakkı Derman, Şükrü Tunar, Selahattin Pınar, Selahattin Kaynak, Hacı Arif Bey, ben onların şarkılarıylayım hala."
Dil değiştiren şarkıcılıktan haberi vardı.
Sordum, "Şarkıcılık dün nasıldı?" "Dün güzeldi bugün bitti" dedi. "Şarkıcı sesleri değil kirlenen, musiki artık bitti" diye parantez açtı.

MÜZEYYEN SENAR'IN SÖZLÜĞÜ
* Gönül dergahı
Sevgi seli
* Gecenin karanlığı
Hüsran
* Ahiret
Kaçınılmaz gerçek
* Kalbinin adresi
Aşk
* Balık ekmek
O sandal keyfi
* Meddah
Namuslu komik
* Naftalin
Temiz koku
* İstanbul hatırası
O güzelim Beyoğlu
* Uzun havalar
Garip havalar, insanları yollara atan içli havalar
* Tülbent
Alın terinin bekçisi
* Gaz lambası
Radyolu günlerin ışığı
* Oyalı mendil
Sevdalı mendil
* Akşam sefası
Eskimiş güzellik
* Yüz görümlüğü
Güzel bir hediye
* Hasret
Türkülerin canı