"İyi ki Onur Ünlü var!"

Haşmet Babaoğlu’yla haftanın kültür sanat gündemini konuşmaya devam ediyoruz.

Giriş Tarihi 27 Kasım 2011, 00:00 Güncelleme 27 Kasım 2011, 19:54
İyi ki Onur Ünlü var!

İÇİNDEKİLER

Bu haftaki konu başlıklarımız: Onur Ünlü ve Özer Kızıltan'ın son filmleri, usta yönetmen Ömer Lütfi Akad ve sineması, Ayşe Kulin'in medyada çok sert eleştiriler yöneltilen yeni romanı ve Contemporary İstanbul çağdaş sanat fuarı

Yeni ve üzerinde konuşulmaya değer yerli filmler sinemada vizyona girdi geçen hafta. Siz bunlar içinde en çok hangisini önemsiyorsunuz?

- Tartışmasız bir biçimde Onur Ünlü'nün "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi"ni önemsiyorum. Altını çizerek söylüyorum: Onur Ünlü sadece Türk sinemasında değil, dünya sinemasında da eşsiz bir yere sahiptir! Çünkü absürd mizah tarzı filmi dünya sinemasında yapan çok az artık. Yapan da kötü yapıyor. Oysa Onur Ünlü absürd ve kara mizahı bilgece bir bakışla anlatıyor! Ayrıca filmi bütün olarak görmenin dışında da, unutulmayacak küçük parçacıkları çok sevdim! Anayasa Hukukçuları Derneği görüntüleri bana yeter! İddia ediyorum, filmin bu sahneleri bir süre sonra kült olacak!

- Peki, bu hafta vizyona girenlerden var mı merak ettiğiniz?

- Bu yıl Filmekimi'nde kaçırdığım "A Dangerous Method" (Tehlikeli İlişki) filmini merak ediyorum, ona gideceğim. Carl Jung ve Sigmund Freud'un ana kahramanları olduğu bir film beni çok ilgilendiriyor. Çağan Irmak sinemasını çok severim. "Dedemin İnsanları"nı özellikle merak ediyorum.

- Bir taraftan da Özer Kızıltan'ın son filmi "Beni Unutma"yı eleştirdiniz geçen hafta köşenizde…

- Büyük bir hayal kırıklığı oldu benim için! Herkes Kızıltan'ın "Takva"sını çok beğenmişti. Sinema ve öyküsünün genel yapısı itibariyle hakikaten başarılı bir filmdi. Filmin her şeyi yerli yerindeydi ama ruhu yoktu! "Takva"yı izleyenler "Beni Unutma"nın Özer Kızıltan imzası taşıdığına inanamaz! Ayrıca ben Burak Göral'ın senaryolarını beğeniyordum, bu kadar vıcık vıcık bir melodram çıkacağını düşünemezdim.

- Yazınızda Tuba Ünsal'ın filmdeki başarısına değinmiştiniz…

- Evet. "Beni Unutma"da Tuba Ünsal'ın altını çizmek istiyorum. Sadece Tuba Ünsal'ın göründüğü –sanıyorum- dört sahne var. O sahneler filmi bir çıta yukarı taşıyor. Çünkü Ünsal'ın oyunculuğuyla o karakterin taşıdığı dram o kadar güzel birleşiyor ki… Şapka çıkarmak lazım!

- Peki, filmin aşk temasında bir sorun var mı sizce?

- Birbirini çok seven bir çiftle karşı karşıyayız. Ama bir filmde en acıklı şey birbirlerine çok âşık olarak gösterilen çiftin niye o kadar âşık olduğunu anlayamamaktır. Bir aşk filminin sıkıntısı budur. Biz sadece ağlamaya, onlar için üzülmeye çağrılıyoruz bu filmde de.

- Bu türden filmlerin PR'ı da "Ağlamaya hazır mısınız?" "Yine ağlayacaksınız," türünden yapılıyor artık, buna ne diyeceksiniz?

- Umarım kötü Yeşilçam'a geri dönüş işareti olmasın bütün bunlar. Çünkü bir de iyi Yeşilçam var. Belki bana Ömer Lütfi Akad'ı da soracaksın… Bu, "Mendillerinizi hazırlayın, ağlayacaksınız" havası çok kötü bir şekilde Yeşilçam'ın tatsız yüzünü hatırlatıyor. İyi öykünün sırrı, ceplerimi karıştırdığımda mendilimi bulamamamdır! Tam gülmeye hazırlandığın sırada, boğazına bir yumruğun gelip dayanması, yutkunamamandır.

- Ömer Lütfi Akad'ı kaybettik… "İyi Yeşilçam'ın temsilcisi," dediniz az önce… Buradan devam edelim isterseniz…

-Ömer Lütfi Akad değeri önemsenmiş ama tam anlaşılmamış bir ustadır. Evet, iki Yeşilçam var: Bugünün gençleri Yeşilçam geyiği yapıyorlar sürekli; onların Yeşilçam dedikleri şey, aslında Hollywood filmlerinin bakışının yerli bir kopyası. Oysa başka bir Yeşilçam daha vardı, Ömer Lütfi Akad'ın lokomotifi olduğu. Akad, yerli sinemayı bugün bile ayakta tutan temel direkleri inşa etmiştir. Akad ayrıca sakin ve dürüst sinemanın gerçek bir temsilcisiydi. Unutuldu. Ardından gelenler hep onun büyüklüğünden söz ettiler. Fakat ustanın yolunu takip etmediler! Yusuf Kaplan'ın şu tezine katılıyorum: Bugün Ömer Lütfi Akad sineması nihayet geliştirilip günümüze Semih Kaplanoğlu tarafından taşınabildi. Bence Kaplanoğlu'nun "Bal" filmi, Akad sinemasının yolunu takip etmiş ve sinemadaki o sakin, bilgece ama sapına kadar yerli anlatımı yakalayabilmiştir.

- Ayşe Kulin'in eşcinsel bir ilişkiyi anlattığı son romanı Gizli Anların Yolcusu romanı çok tartışma yarattı. Sosyal medyada eşcinsel olmayan bir yazarın eşcinsel dünyayı anlatmasının doğru olup olmadığı tartışılıyor. Ne düşünürsünüz?

- Bir felaketle karşı karşıyayız. Ayşe Kulin'in Ayşe Arman röportajını okuduğum zaman içimden, "Sonunda olacağı buydu," dedim. Mesele homofobi denildi, tartışmaya bile gerek yok burayı. Asıl mesele bir fabrikasyon yazarlığın ortaya çıkmış olması! Kulin, arkadaşına eşcinseller –biri yaşlı ve daha varlıklıysa, diğeri gençse birbirine ne hediye alır diye soruyor, o da "Yaşlı olan daha pahalı hediyeler saat filan, genç olansa yumuşak ayılar-mayılar alabilir," diye cevap veriyor. Zaten eşcinsellerin birbirine ne hediye ettiği konusunu hiç bilmiyorsun, bunu hiç içselleştirmemişsin ve etrafına soruyorsun… Feci bir durum bu! Her şeyi geçtim, fabrikasyon roman yazmak korkunç bir şey! Kitleler de bu fabrikasyon yazarlığın eseri oldular!

- Şu ara okuduğunuz kitap var mı peki?

- Olmaz mı: İbrahim Altay'ın "Evsiz" adlı romanını müthiş bir keyifle okudum! Çok sevdiğim Ali Ayçil'in "Kovulmuşların Evi" benim için başyapıtlardan biridir. Şimdi onun yeni kitabı çıktı, "Yenilgiden Dönerken". Masamda görünce çok sevindim. Nicholson Baker'ın "The Fermata"sını okuyorum. Bir de Julian Barnes'ın "The Sense of an Ending"ini okumaya hazırlanıyorum. Şöyle diyor: "Tarih kazananların yalanlarında oluşur sanırız. Oysa hayatta kalanların anılarıdır. Onlar ne mağlup ne de galiptirler. Ama hayatta kalmayı başarmışlardır." Bir kitabı okumaya hazırlanmak bile müthiş bir heyecan uyandırıyor bende. İnsanın aslında bir yığın kitabı okuması değil, sevdiği ve seçtiği yazarları okuması büyük bir haz kaynağıdır.

- Hasan Bülent Kahraman'ın koordinatörlüğünde Contemporary İstanbul çağdaş sanat fuarı başladı. Kahraman bu fuar için verdiği bir röportajda, "Eskiden yüzük alınırdı şimdi sanat. Sanat yapıtı artık bir yatırım aracı" diyor. Katılıyor musunuz?

- Öncellikle Contemporary İstanbul'un muhteşem bir organizasyon olduğunu ifade edeyim. Her yıl biraz daha uluslararasılaşıyor. Böyle giderse İstanbul'un iki üç önemli sanat etkinliğinden biri bu olacak! Sevgili Hasan Bülent'in dedikleri de doğru! Geliri daha mütevazı olan çevremde güzel bir durum var: Röprodüksiyonlar duvardan sökülüp yavaş yavaş yerini gerçek sanat eserlerine bırakıyor. Taksitle ya da sanatçının atölyesine giderek sevdikleri gerçek yapıtları alıyorlar artık. Ama sanki bir taraftan da kırk kişiyiz, birbirimizi tanırız çerçevesinde bir fiyatlandırma politikası izleniyormuş gibi geliyordu bana. O yüzden Contemporary İstanbul'un uluslararasılaşması çok önemli bu açıdan da. Fiyatlandırma politikasını daha uluslararası bir çerçeveye çekiyor.

-Kahraman aynı söyleşide, "Değerli bir yapıt ya zamanının ruhunu yakalamıştır ya da zamanının ötesindedir." diyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Kuşkum var. Modern sanatın artık bir sınıra gelip dayandığı kanaatindeyim. Hemen her yapıt 'zamanın ruhunu' yakalıyor, ama plastik sanatlar alanında hiçbir yapıtın şu anda zamanın ötesine geçme imkânı taşıdığını düşünmüyorum. Çünkü plastik sanatlar artık tıkanmıştır. Çünkü plastik sanatlar kelimeler ya da notalar gibi sınırsızlık üzerine kurulu değildirler. Aletleri, aygıtları 'sınırsız' değildir! O yüzden daireyi kapattılar. Güzel bir tekrar oluyorlar.