Deizmi Reddetmek ve Allah’a Bağlanmak

Kaynak GAZETE Giriş Tarihi 30 Mayıs 2017 Güncelleme 30 Mayıs 2017, 01:39
Deizmi Reddetmek ve Allah’a Bağlanmak

İÇİNDEKİLER

İslam tevhit dinidir; her şey tevhitten başlar ve tevhide varır. Müminlerin bir ismi ehl-i tevhit yani tevhit ehli veya muvahhit yani birleyendir.
Müslümanlar, Allah'a 'Bir' demekle gerçek mümin olurlar. İlk bakışta basit bir konu gibi gelir insana tevhit meselesi!
Allah'a bir demek niçin zor olsun ki? Ancak bütün İslam düşüncesinin en önemli konusuyla karşı karşıya olduğumuzu düşününce tevhidin öyle hemen anlaşılması mümkün bir konu olmadığını fark ederiz. İnsan ömrü tevhit üzerinde bir yolculuk, bilginin derinleşmesidir.
Tevhit, önce Allah hakkındaki bilgimizi bize söylenen tarzda öğrenmeyi temin eder, daha sonra ise bütün varlığı ve çevremizi tevhit gözüyle yorumlamayı gerektirir. Bu durumda tevhit, bir Müslüman için dünya görüşü veya alemi ve kendini anlayabileceği bir perspektif haline gelerek hayatın merkezine yerleşir. Bu sorun üzerinde Ramazan içinde daha fazla düşünmemizi gerekir. Unutmamak gerekir ki, Allah'a sadece 'Bir' demek yeterli değildir;
O'nun istediği şekilde bir diyerek dindarlığın mertebelerine terakki ederiz.

YANLIŞ İNANÇ, YANLIŞ İBADET
İslam'ın ilk muhatabı Araplar politeist, yani çok tanrı anlayışına sahiptiler. Gerçekte sadece Araplar değil, çevredeki pek çok toplulukta ve hatta felsefe kaynaklı inançlarda politeist bir tanrı anlayışı yerleşikti.
Daha üstün bir tanrıya inanmakla birlikte başka güçlü varlıklara iman ediyorlardı.
Bunların bir kısmı ilah kabul ediliyorken bir kısmı bazen kötü bazen iyi ruhlar veya güçler kabul edilerek 'ilahlar hiyerarşisi' inşa edilmişti. Tanrı silsilenin başındaki büyük ilah idi. İslam önce tevhidi her türlü güçlü varlıkların reddedilmesi olarak tarif ederek ibadeti bir noktaya topladı. Burada dikkate değer husus putperestliğin toplumsal hayatla irtibatıydı. Putlara tapmak, toplumsal hayatta o putlarla daha güçlü irtibat kuran bir sınıfın varlığını kabul etmek, insanlar arasında ilahlık otoritesini taşıyanlara inanmak demekti. Bu nedenle mesele sadece yanlış bir inançtan ibaret değildi; o yanlış inancın tanzim ettiği bir sosyal sınıf vardı.
İslam bu anlayışı yıkınca sadece eolojik bir mesele olarak kalmadı; toplum düzeni bundan derinden sarsılarak insanlık Allah karşısında eşitlendi. Bu nedenle tevhidin ilk meselesi Allah'ı birlemek iken bunun insanların hayatındaki karşılığı mutlak bir eşitlik demekti. Artık insanlar hem cinslerine veya yaratılmış varlıklara tapmayı reddederek özgürlüğe kapı açtılar. Tevhit en geniş ve gerçek eşitlik ortamının teminatıdır.
Öteden beri yaygın tanrı anlayışı, deist tanrı telakkisidir. Akılcılık tanrının varlığını kabul ederken güçlük çekmez fakat tanrının alemle çok yönlü ve dinamik irtibatını izah edemez. Bunun yerine alemin bir saat gibi kendi içinde işlediğini kabul eder. Günümüzde de ateizm ile birlikte en büyük sorun deizmdir. Aklın kabul ettiği Allah anlayışı, evrenin varlığının sebebi olarak bir tanrıyı kabul etse bile dinde belirtilen şekilde Allah'ı kabul etmezler.

RIZIK VERİR, YOL GÖSTERİR
Müslüman metafizikçiler biliyordu ki, Allah'a sadece iman etmek insanı kurtarmaya yetmez. O'nun bizimle irtibatlı oluğunu bilerek hayatı düzenlemek gerekir. Buna tevhit diyoruz: bizimle ve alemle çok yönlü ilişkilerinde Allah'ı bir olarak tanımak!
Allah yaratır, rızık verir, yol gösterir, düzen koyar, düzeni bozar, merhamet eder vs.
Sonsuz fiilleri vardır rabbimizin! Allah bizi bir amaçla yarattı. Tevhide inanmak yaratılış amacına iman etmektir. İnsan başı boş yaratılmamıştır ve evren bir meçhule doğru akıp gitmez. Allah evreni ve insanı bir maksat için yarattı. Üstelik evreni bir saat gibi işlemek üzere kendi halinde bırakmadı.
Allah aleme her an müdahale eder ve evreni ayakta tutan O'dur. Müminler dua ederken Allah'ın her an yaratabileceğini, sıkıntılarını çözebileceğini veya onlara yeni ihsanlarda bulunabileceğini bilerek dua ederler.
Duaya inanmak, deizmi yok eder. Tevhide inanmak demek, Allah'ın alemi ve insanı bir maksatla yarattığını ve onunla ilişkisinin kesilmediğini kabul etmek demektir.
Hz. Peygamber'in hayatı tam anlamıyla bunun delilidir. Her işinde Allah'ın gerçek fail olduğunu bilerek yaşadı. Hep O'nu düşündü, O'na yöneldi, O'nu arzuladı: tevhit böyle bir hayat yaşamak demektir.

HZ. HIZIR'I ANLAMAK
Hızır, Allah yolunda cihat eden bir orduda askerdi. Ordu bir yerde sıkışmış; bir yanda düşman, bir yanda şiddetli sıcak ve susuzluk! Hepsi telef olacak. Birisinin ölümü göze alıp suyu bulması lazım ki asker kurtula! Halbuki sıkıntı anında akıl baştan gider, cesur korkak olur, güçlünün eli tutmaz, gözü görmez olur. İnsanlar 'Kim gidecek' diye konuşurken Hızır fırlamış, canını hiçe sayarak yola koyulmuş, suya varmış. Suyu getirdiğinde insanlar onun başka bir tür su olduğunu hemen anlamış. Hızır'ın getirdiği su, 'Ab-ı Hayat' imiş! 'Ab-ı Hayat' insanı ölümsüz kılan su demektir. Beden ölürken ab-ı hayat içen ruh ölümsüz kalır. Suyun ab-ı hayat olduğunu görenler tehlikeyi unutarak suyun peşine koşmuş, lakin hiçbiri bulamamış! Çünkü ab-ı hayat onun peşinden gidenlere değil, kullara hizmet ederek ihlasla ve aşkla Allah'a ermek isteyenlere lütfudur Yüce Mevla'nın! Ab-ı hayata halka hizmet ile varılır.

HZ. PEYGAMBER'İN AHLAKI: CESUR OLMAK KENDİNİ TUTABİLMEK DEMEKTİR
Hz. Peygamber insanların en güzel ahlaklısı idi. Zaten Müslümanlığı güzel ahlaklı olmak diye tarif etmişti. Peygamber her ahlakı yeniden tarif ederek insanlık idealini inşa etmişti. Bu ahlaklardan birisi de cesaret ve kahramanlıktır. Hz. Peygamber bir gün birisiyle güreş tutar, onu yener. Adam şaşırır ve peygamberi kuvvetli olmakla över. Hz. Peygamber orada evrensel ahlak olarak cesareti ve güçlü olmayı tarif eden şu cümleleri söyler: 'Cesur insan rakibini yenen değil kendine hakim olabilendir.' Bu cümle daha sonra Müslüman ahlakçılarca yorumlanarak ahlak anlayışını şekillendirdi. Onlar için cesaret birine saldırmak değil, nefsini tutmak, öfkeye yenilmemek, aklı hevese mağlup etmemek demektir. Yiğitlik kendini yenmek, aklı arzulara ezdirmemektir.

BİR AYET
'O Allah din gününün sahibidir; ancak O'na ibadet eder ve O'ndan yardım isteriz. Bizi sırat-ı müstakime ulaştır. Hidayet ettiklerinin yoluna, gazap ettiklerinin yoluna değil.' (Fatiha suresi)
Müslümanlar, Allah'a iman ederken O'nun her şeyin sahibi olduğunu bilerek iman ederler. Ayet-i Kerime'de 'Allah din gününün sahibidir' denilir. 'Din günü' ölümden sonra diriliş günüdür. Orada insanlar dünyadaki fiillerine karşılık Allah'a hesap verir, iyilik ve kötülüklerinin karşılıklarını görürler. Bununla birlikte Allah, sadece ahiret hayatının sahibi değildir. Allah, her şeyin sahibidir ve her şey O'nundur. Her şeyin Allah'ın olması yeryüzünde insanlar için özgürlük alanı açar. Çünkü her şeyin sahibinin Allah olması insanı başkalarından korkmaktan veya onlardan bir şey beklemekten kurtarır. İnsanı başka şeylere köle yapan şey, onun sınırsız beklentisidir. Ayet-i Kerimeler bize her şeyin sahibinin Allah olduğunu hatırlatarak insanlardan veya başka bir şeyden beklenti içinde olmamızı anlamsız kılar. Ayetin devamında gelen ifade de bunu pekiştirir: Müminler sadece Allah'a ibadet eder ve sadece O'ndan yardım ister. Kula kulluk etmek müminin işi değildir; mümin hür insandır.

BİR HADİS

'DUA İBADETİN ÖZÜDÜR.'
İbadet, Allah'ın rızasını gözeterek insanın yerine getirdiği iyiliklerin ortak adıdır. Bütün ibadetlerde ortak özellik ilahi iradeye boyun eğmektir. Bunun yanı sıra her ibadet Allah ile bir münacat, yani karşılıklı konuşmadır. Biz Müslümanlar bizi duyan, gören ve gözeten bir Allah'a iman ederiz. İmanın insana güvence vermesinin ve iç dünyasını huzurlu kılmasının sebebi budur. Mümin, yalnız kalmayacağını ve terk edilemeyeceğini bilir. Halimizi arz ederken O, bizi duyar ve bize icabet eder. Gerçekte her ibadet bir dua ve yakarıştır. Allah kendisine yönelmemizi, ihtiyaçlarımızı arz etmemizi istemiştir. Bu nedenle ibadeti ibadet kılan şey, Allah'a yakarışımızdır. Allah'tan bir şey istemek ise insanı yüceltir. Allah 'Duanız olmasaydı, Allah size niçin değer versin?' buyurdu.


SORU-CEVAP

Gıybet yapmak büyük günahlardan biridir, bunu biliyoruz. Gıybet yapan insan 'Ben sözlerimi onun yüzüne karşı diyebilirim' veya 'Ben zaten onun yaptığını söylüyorum' derse, bu bir mazeret olabilir mi?
Allah, müminlere dedikodu yapmayı kesin olarak yasaklamıştır. Kuran-ı Kerim'de dedikodu yapmayı 'Ölü eti yemeye' benzeterek müminleri tiksindirmiştir. Dedikodu bir insanın duyduğunda rahatsız olacağı dince, akılca yasaklanmış kötü bir nitelik veya fiili konuşmaktır. Burada önemli olan şey, kişinin o fiili yapmış olmasıdır. Yapılmayan bir işi konuşmak ise iftira adını alır. Bu nedenle 'Ben onun yaptığını söylüyorum' demek, dinde bir mazeret değil, tam tersine dedikoduculuğun itiraf edilmesidir. Bu sözü söyleyen insan 'Ben dedikoducuyum' demiş olur. Müslüman, başkasının kötülükleriyle değil, kendi kusurlarıyla ilgilenir. Kötülükten söz etmek onun çoğalmasına yol açan başka bir kötülüktür.

E.Demirli danışmanlığında hazırlanmıştır...