TAYFUN ER

TAYFUN ER

Tarihi 30 Temmuz 2015

Ülkemiz büyük bir oyun yeridir

Fenerbahçe maçının yorumlarını okuyunca bazı konulara değinme ihtiyacı duydum. Mesele aslında maç, futbol değil çünkü. Kendi sahanda yenemediğin, doğru dürüst pozisyona giremediğin maçtan sonra, "Tur Ukrayna'ya kaldı" diye sanki orada galibiyet garantiymiş gibi düşünülür mü? Üstelik burada yenilmemen şans olmuş, güçlü, tecrübeli, istim üzerinde bir takımla oynamışsın. Orada başka bir takımla mı oynayacaksın?
Yenebilirsin de elbette ama normalde şansın teorik olarak azalmış.

OKUYUCU NE İSTER?
Niye böyle yazılıp söyleniyor, çünkü okuyucu, izleyici böyle istiyor. Elenmek daha büyük ihtimal, Fenerbahçe iyi değil vb. şeyleri, kesin gerçek olsa bile "seyirci" ve "okuyucu" böyle istiyor.
Bu ülkede düşünce ve ifade arasında hep bir baskın strateji dengesi güdülür. Hepimiz hayatta kalmak ya da en azından başımıza bela gelmemesi için hukuk/kamuoyu/ komşu ne der diye "belâ dengesi" güderiz.
Kaç yaşında öğreniyoruz bu "oyunu" bilmiyorum, ama çok küçük yaşta hepimiz ucundan kıyısından bu kumpanyaya katılıyoruz. Okula giden çocukların hepsi, kendilerine bir mikrofon uzatıldığında ya da bir tören esnasında yani kamuoyuna karşı, okullarını ve bütün öğretmenlerini çok sevdiklerini söylüyorlar.
Kamuoyuna, "büyüklere" karşı söylenecekler öğreniliyor, öğretiliyor. Bir de "laf aramızda" bölümü var, alçak sesle söylenen, ancak güvendiğimiz bir ortamda ağzımızdan dökülüyor.
Bu ikili hayatı, bu ülkeye gelen yabancılara da hemen öğretiyoruz.
Her futbolcu, antrenör veya başka bir alanda öne çıkmış isimler hemen Türkleri ve Türkiye'yi çok seviyorlar! Sevse ne olur sevmese ne olur ya da bana ne, bize ne sevip sevmemesinden, mecbur mu demektense ille de bu kumpanyaya onları da dâhil etme gayretkeşliği var.

KUŞKU DUYMAK!
Bu söylediklerimiz düşünenler için geçerlidir yani bana bütün söylenenler acaba yanlış olur mu diye kuşku duymamak da daha en başından oluşturulan bir "belâ dengesi"dir. Düşünmekle kuşku duymak arasında ciddi bir bağ var, ancak düşünen kuşku duyuyor. Ancak düşünmek, Kant'ın deyişiyle bir ergin olma ve omuzlarının üstünde kendi kafasını taşıma halini de gerektirir. Descartes, kuşkuculuğu araç olarak kullanır ve merkeze "düşünüyorum" ilkesini koyar. Descartes'a göre, her inanç yanılgıya açıktır ancak böyle düşündüğüm zaman yani her inançtan kuşku duymak bile bir kesinliği içerir ve bu kesinlik de kuşku duyuyor olmamdır.
Kuşku duyduğumdan kuşku duyuyor olmam da bir kuşkudur. Kuşku duyduğum ne kadar kesinse, düşündüğüm de kesindir; çünkü düşünmeden kuşku duyulamaz. Öyleyse "cogito ergo sum" yani "düşünüyorum çünkü varım" der.

"DÜŞNEN ADAM"
İnsan önce konuşmuş sonra düşünmüştür. Çünkü düşünmek kelimelerle ve kavramlarla mümkündür. Bizim dilimizde düşünmek, düşünce, düşünen kelimeleriyle ilgili özdeyişlerin çoğu olumsuzdur. "Düşünceli gördüm seni" derken kederli, sıkıntılı olmakla özdeştir düşünmek.
Düşünen kişi bir çeşit meczuptur hatta.
Rodin'in "Düşünen Adam" heykelinin bir kopyasının Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde olması ancak bize mahsus bir garipliktir.
Hastanenin uzmanlık alanıyla ilgili bir konudan bahsedilince bile televizyonlarda bu heykel gösteriliyor. Heykel, 1951'de hastanenin iki sakini tarafından orada yapılmış.

OĞUZ ATAY DER Kİ...

Hastaların kendileri bile, orada bulunmalarıyla düşünmek arasında bir nedensellik bağı kuruyorlar. Yazar Oğuz Atay, erkenden ölmeseydi "Türkiye'nin Ruhu" diye bir kitap çıkaracaktı.
Ömrü yetmedi ama yine de bir kitabında şöyle demişti: "Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız..."