Tarihi 12 Nisan 2012

Okuyunca ağlamayan insan değildir...

12 Eylül darbesinin yargılanması çok önemli...
Bu yargılamanın genişletilmesi şart. Üç gündür yazdıklarımdan epey geri dönüş alıyorum, bizler yani yazar-çizer takımı 12 Eylül işkencehanelerinde yaşananları herkes biliyor sanıyoruz ama hala bilmeyen çook insanımız var...
Bunu gelen tepkilerden anlıyorum.
Bu bağlamda yaşadığı insanlıkdışı işkenceleri anlattığında dinleyen her insan evladının ağlayacağı Selim Dindar geldi aklıma. Selim Dindar ideolojik hiçbir yanı olmayan Cizreli Kürt bir işadamıydı. Yok sebepten içeri alındı ve 3 yıl kesintisiz insanlığına tecavüz edildi Diyarbakır Zindanı'nda. Bu rezaletleri ilk Neşe Düzel'e anlattığında, 2003 yılıydı. O söyleşiyi her okuyan çok etkilenmişti... Sonra 2009 yılında çok şüpheli biçimde öldürüldü.
Kanal 7 anchormani Erhan Çelik, Dindar'la ilgili bir kitap yazmıştı, yakın dostuydu... Bu iki gün boyunca köşemi rahmetli Selim Dindar'a bırakıyorum. Bu cesur ve mert insanın sansürsüz anlattığı o rezaletleri okuyunca sizin de ağlayacağınıza eminim...
Rahmetli Dindar'ın anlattıklarını 12 Eylül'de işkence gören ve katledilen herkes adına okumalıyız... Kürt, Türk, dindar, laik, Sünni, Alevi, ülkücü, devrimci ayırt etmeden 12 Eylül'ün ezdiği tüm insanlarımız adına ağlayalım ve yargının bu yapılanlardan hesap sormasını isteyelim... Evren ve Şahinkaya yetmez, 12 Eylül'ün tüm işkencecileri ve katilleri yargılanmalı...
... Akşama kadar eğitim vardı.
Sabah koğuşun içinde yüz kişi sıraya tutuluyorduk. Esas duruşta askeri marşlar söylüyorduk. 60'tan fazla marş ezberlemiştik. Eksik ya da yanlış söyledin diye, bu marş söylemeler dayaksız geçmiyordu. Her koğuşta mutlaka muhbirler ve gözetleme delikleri vardı. Birbirimizle konuşamıyorduk, oturamıyorduk.
Hep ayaktaydık. 24 saat dayak vardı. Her an, gecenin 12'si, sabahın üçü, dördü, koğuşa bir bölük asker baskın yapabiliyordu.
Haydar denilen kalaslarla, coplarla, su borularıyla dövülüyorduk.
Öğleden sonraları, gardiyan bize 'Eğitime hazırlanın' komutu veriyordu. İşte o zaman herkeste korkudan tuvalete gitme ihtiyacı doğuyordu.
...Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı.
Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu.
...Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk.
Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk.
Diyarbakır Cezaevi
'nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. Bir de avluda sırtüstü yatırılıyorduk.
Bacaklarımızı yerden on beş santim yukarıda tutuyorduk. Bacağı düşen dayak yemek için sıraya giriyordu.
Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk. Her koğuşta hoparlör vardı. Her gün cezaevinin amiri olan yüzbaşının konuşmasını esas duruşta bir saat dinliyorduk.
Hasta biriydi. Yedinci Kolordu Komutanı'nın adamıydı.
Oradan kendisine cezaevi için öldüren türden adamlar seçiyordu.
Bunlar, bu vahşeti yaptıktan sonra nasıl yemek yediler, akşamları çocuklarını nasıl okşadılar insan bunu asla anlayamıyor.
...Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler... Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı.
Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı...
Yarın devam edeceğiz...