Tarihi 20 Eylül 2009

Hapur hupur kuala lumpur

Bir şarkı sokmuştu kafama bu garip isimli kenti. Enrique Iglesias'ın bir şarkısı. Sevgilisine söylüyordu; ''Kuala Lumpur'a bile gitsen, peşinden geleceğim.'' Hedefletmişti bana, saçma da olsa. En gelişmiş Müslüman ülkelerden biri olan Malezya'nın başkenti. Gitmeliydim. Gittim de. Yol uçakla bile çok uzun sürüyordu. Hava rutubetli ve sıcak. Genelde otuz derece civarında seyrediyormuş. Başka bir dünyaya gelmiş gibi oluyor insan, herhalde bu havadan.
Dikkatimi ilk bitki örtüsü çekti daha gökteyken. Ülkemizinkilere göre dantelimsiydiler. Bol bol palmiye vardı. Belki bin çeşit. Göze batacak kadar abartılı temizlik ve her yere konuşlandırılmış; '' Sakız çiğnemek yasaktır!'' uyarıları göze batıyordu. Acaba yere düşen sakızların üstüne basmak mıydı çiğnemekten kastedilen? Sordum. Değildi tabii. Basbayağı sakız çiğnemek yasakmış. Birden içime hazin bir sakız çiğneme isteği çöktü.
Kalacağım otele giderken taksiciden şehirle ilgili bilgiler vermesini istedim. Mesafe o kadar uzunmuş ki adam şehri bitirdi, karısı ve çocuklarına sardı. Dil bildiğime pişman oldum. Biran önce bir şeyler yiyip uyuyarak, içsel biyolojik saatimle, vardığım bölgenin coğrafi saati arasındaki farkın yarattığı sendromdan ya da kısaca jet lak olma ihtimalimden korunma arzusundaydım.
Yemek yemeyi, dünyanın öbür ucunda neler yendiğini öğrenmek için de istiyordum. Her şeyden yiyecek ve bu insanların çekik gözlü olma sebebinin beslenmelerine dayanıp dayanmadığını belgeleyecektim. Duş alıp lobiye indim. Her yerinden zarafet akan, trapez ustalarını korkutacak yükseklikteki tavanlar inanılmazdı. Halılar çok şıktı. Klasiklikle modernlik tam kararında sentezlenmişti. İhtişam ve görkem had safhadaydı. Kırılacak nezaketteki personel, güler yüzü ve sempatisiyle bu mükemmelliği katmerliyor, beğeniyi mecburi kılıyordu.
Yemek salonu ilginç kokuyordu. O kadar acıkmıştım ki çok irdeleyemedim bu kokuyu. Sırayla çorba kaplarının kapaklarını açtım. İçerden hohlayan buhar, burun direğimi direk kırıverdi. Allah affetsin ama fena kokuyordu. Kibarlığımdan, nimete ve oralılara saygımdan bunların tatlarına bakardım ama gözüm yemedi. Dolayısıyla ağzım da yememeliydi.
Bir tabak alıp diğer sunulara yöneldim. Karnıyarık - pilav beklemiyordum ama yenilebilir bir şeyler bulabileceğime inanıyordum. Yanıldım. Her şeyde aynı ağır koku vardı. Balıkla, bir otumsunun kokusu. Neyimsi bir koku olduğunu anlayamadığım kokumsu. Yeşilliklere dalmaya karar verdim. Marulumsu bir şeyle dereotumsu bir şey aldım. Yanına da domatesimsi bir şeyle soğanımsı bir şey koydum. Her şey farklıydı. Tanıdığınız birini estetik sonrası görürsünüz, hem odur hem değildir ya öyle işte. Aynı şey ama farklı şey. Havadan, sudan, iklimdendi herhalde. Neyse sonuçta kursak doldu bir şekilde.
Meyve bölümü vurdumduyulur cinstendi. Daha önce bu kadar meyve çeşidini bir arada görmemiştim. Yedi tabak doldurarak, beni gizli gizli izlemekte olan konukları dehşete düşürdüm. Hâlbuki hepsinden birer tane almıştım. (Varın çeşidi düşünün.) Tatlarını bilseydim ben de sadece sevdiklerimi alırdım. Öğrenmeli, bir dahakine daha az almalıydım. Hepsini yan yana dizdim. Fuşya pembe, yeşil kulakları olan, kavun gibi, beyaz içli, kivi dokulu ama kokulu olmayan, eli ıslatan, ağızda çıtlayarak ezilen siyah çekirdekliyi yedim ilk. Tatlı değil suluydu. Beysbol topundan küçük, mürdümün kahveye çalanı renginde kabuğu olan, ikiye ayrıldığında içinden sarımsak taneleri gibi beyaz dişler çıkan bir şeyle devam ettim.
Çekirdekleri tabağıma değil cebime koydum. Ekin çaldım, lezzet çaldım. Çiftliğimize dikelim, üretelim üretelim yiyelim amacındaydım. Kesildiğinde yıldız gibi görünen, tadı, canım can eriğini andırandan sonra mola verdim ardından diğerlerini de yedim. Acı olanları, sası olanları, tatsız olanları, armuda benzeyenleri, elmaya benzeyenleri, yalnız kendine benzeyenleri ve hiçbir şeye benzemeyenleri. Biryandan şişerken biryandan kalanları nereme saklayıp odama çıkarabileceğimi tasarlıyordum. Tulum gibi gerilmiştim ve maalesef elimle karnıma bastığımda bu şiş, kötü de olsa bir ses çıkartarak inmiyordu. İşime; ''İner iner…'' demek geldi.
Gece on dokuz tuvalet turundan sonra, fruit lak bir halde uykuya dalabildim. İlk kez ve bu kadar çok yediğim bunca çeşidin tesiri bambaşka da olabilirdi. Şükrettim. Sabah kahvaltıda hala yaşadığımı gören müşterilerin şaşkınlığını görseniz siz de şükrederdiniz.
Yazıyı birden bitireceğim burada. Kualadıkça kaçan Lumpur'u anlatacağım sonra, daha daha. Yerim, yediklerime yetmedi bu hafta, düştü kalemim dara. Galiba başka bir şey anlatacaktım ben aslında : ) Haydi okuyanlar şimdilik hoşçakala…