Ergün Diler

ERGÜN DİLER

Tarihi 31 Ekim 2012

Hep aynı oyun

Köşk'te verilen resepsiyona ve öncesinde yaşanan olaylara iyice baktım.
Fotoğrafları tek tek inceledim.
Kalabalığı anlamaya çalıştım. Aksaklıkları görmeye çaba harcadım... Bütün konuşmaları alt alta koydum.
Mesajlara kulak kesildim.
Ne mi buldum?
Yine aynı oyunu...
Hangi oyunu mu?
Gelin o zaman sloganlara boğulmadan küçük bir seyahate çıkalım...
Gezimizi de 1980 öncesinden başlatalım...
Çocukluğum İzmir'de geçti.
PİKNİK TÜP çok yaygın değildi.
Hatırlayanlar bilir, evlerde İSPİRTOLU ocaklar vardı.
Analarımız bütün işi o ocaklarda görürdü. Yemekler onlarda pişerdi. Gün biter kadınların derdi bitmezdi. Yemek sonrası bulaşık kabusu başlardı. DETERJAN elmas değerindeydi. Her bakkalda bulunmazdı. Ee o zamanlar şimdiki gibi 3 yıldızlı marketler yoktu. Babalarımız TV karşısına AJANS dinlemek için geçtiğinde, mutfaktan KÜL kokusu gelirdi. KÜL tabak-çanağı temizlemek için kullanılan en bilinen malzemeydi! TRT'nin siyah-beyaz yayınlanan haber bültenleri hayatımızın en renkli olayı idi...
O dönem hiç iyi haber alamasak da hep izlerdik.
Ekonomik sıkıntılar, darboğaz, terör, adam kaçırma, banka soyma, karaborsa, koalisyonlar, suikastlar hayatımızın en önemli parçasıydı. Yayını saat 22.30'da bitiren TRT resmen bizi "ESİR" almıştı!
PİKNİK TÜP yaygınlaştığında sokaklarda bayram havası esmişti. Ancak bu sevinç de uzun sürmedi.
Ekonomik gerekçeler DEVLETİN yakasını bir türlü bırakmıyordu. Her şey gibi TÜP de karaborsaya düştü. Araya hatırlı birini koymazsanız TÜPÜ rüyanızda bile göremiyordunuz...
Elektrik kesintileri, devalüasyonlar, krizler, çirkin kavgalar ANKARA'da eksik olmuyordu... Buraya sığmayacak kadar ACININ neden yaşandığını o yıllarda bir türlü göremiyorduk... Ağabeylerimiz darağaçlarına giderken, darbelerle asker sokağa inerken kimin kazandığını bir türlü göremiyorduk!
Göstermiyorlardı çünkü...
Gazetelerde, dergilerde ve filmlerde bu işlere kimse bulaşmıyordu... Gençlik biçilirken kimsenin kılı kıpırdamıyordu.
Geleceğimiz çalınırken sesini çıkaran yoktu!
OYUN BÜYÜKTÜ!
Halk; yağ, şeker, mazot bulamıyordu. Milyonlarca insan, ya mazot kuyruğunda ya da yağ kuyruğundaydı. Hatta gençler o sıralarda tanışıp evleniyordu...
Tek kanallı, iki gazeteli medya, gerçeği bir türlü halka ulaştırmıyordu. Ulaştıramıyordu.
Acı çeken halk, olup biten bütün olumsuzlukların faturasını yanlış uygulanan EKONOMİK POLİTİKALARA bağlıyordu.
Oysa gerçek bambaşkaydı!
Türkiye, İNGİLTERE ve ABD'nin kıskacından kurtulup kendi MİLLİ politikalarının peşine düşmüştü. Türkiye, Rusya ve İtalya'nın uyguladığı kalkınma modeline bağlı kalarak sıçrama yapmak istiyordu. Amaç YERLİ üretimi artırmak, üretebildiğimiz kadar üretmekti. Bağımsız ekonominin başka yolu yoktu çünkü... İşte tam bu noktada İngiltere ve ABD, içerideki BARONLARI kullanarak ülkenin yörüngesinden çıkmasını sağladı. İçerideki büyük DİSTRİBÜTÖRLER kayıtsız kalmadı. Ankara, parası olduğu halde en temel ihtiyaç malzemelerini alamaz hale getirildi.
Ekonomi sıkıştıkça terör arttı. Gençler can verirken, ORDUYA "Hazır ol" emri verildi.
Asker bir kez daha kullanılacaktı.
CEPLERİNİ doldurmak için Türk askeri bilerek ya da bilmeden onlara çalışacaktı.
Öcalan'ın kendisine neden verildiğini bilmeyen rahmetli Ecevit gibi Kenan Paşa da akan kanı gerekçe göstererek DARBE yapacaktı.
Darbenin arkasında yatan gerçeği bilmeden ülkenin üstüne kabus gibi çökecekti!
Adamlar akıllıydı!
Yine kendi işlerini bize gördüreceklerdi!
MİLLİ EKONOMİ ile hayata tutunmaya çalışan Türkiye, DARBE ile BÜYÜK BARONLARIN pazarı haline gelecekti. Ülke dışarı açılacak, savunması çökecekti!
Artık her türlü yabancı spekülasyona kapımız sonuna kadar açıktı!
Öyle de oldu zaten...
Gelelim 29 Ekim'e...
Türkiye, EMPERYAL bir güç olmak zorunda olduğunu biliyordu. Bunun için resmi ideolojinin esnemesi şarttı.
Devletin bütün kurumları bu noktada el sıkıştı. Bölgeyi içine alacak stratejiler izlenecekti.
Temel şart GÜÇLÜ ORDU, GÜÇLÜ EKONOMİYDİ!
Bütün rahatsızlık burada başladı. Yıllarca Türkiye'yi avuçlarının içinde tutan güçler, kartlarını masaya sürdü. Terör ve iç karışıklık vazgeçilmez silahlarıydı. Zaten içerideki kurumlarda çok sayıda kendilerine bağlı adamları vardı.
Malzeme sıkıntısı çekmiyorlardı.
Devlet Kürtler'i çekmek için Kürtçe yaklaşıyor, Araplar'a ulaşmak için de DİNİ DUYARLILIĞI gösteriyordu!
Hedef Osmanlı'dan sonra boş kalan alanı geri almaktı.
İngilizler'in en büyük derdi de buydu! Lawrence ile kovaladıkları Türkler'in tekrar o bölgelere inmesini istemiyorlardı.
Ne yapacaklardı peki?
Atatürk'ü, Cumhuriyet'i kullanacaklardı... Yani en büyük ortak paydamızdan BÜYÜK TEHLİKE çıkaracaklardı.
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu da bilmeden bu tuzağa düşecekti...
Kaostan beslenmeye çalışan güçlerin oyununa düşerek YELTSİN olmaya soyunacaktı!
Hem de son nefesini DOLMABAHÇE'de vererek aslında Misak-ı Milli'yi reddeden Mustafa Kemal'i görmezden gelerek! İngilizler öyle akıllıydı ki!
Minderi ortaya getirip kurallarını koydukları güreşi başlatıyorlardı.
Pehlivanlar minderde çabalarken, onlar minderin dışındaki her noktayı LONDRA'ya bağlıyordu...
Uzun uğraştan sonra bir güreşçinin elini kaldırıp "Galip" ilan ediyorlardı...
Bizim minderimiz hep ANKARA oldu. Bazen Ecevit'in, bazen Demirel'in bazen de Erbakan'ın elini kaldırdılar...
Hepimiz birlikte minderin içinde tepişirken, onlar CUKKAYI götürdüler...
Ankara şimdi onların koyduğu minderi alıp kenara attı.
Sorun bu!
Minderin içinde kalmak isteyenler temiz duygularla yollara düşerken, onlar BÜYÜKELÇİLİK REZİDANSLARINDAN olan biteni kameraya alıyordu!
Gelin bu kez yenilmeyelim...
Zaten akıllı bir pehlivan aynı oyuna iki kere düşmez...