Tarihi 31 Aralık 2010

Önce ahırdı

Dün yine gazetelerde fotoğrafları vardı.
Yine yapılan haberlerde, Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi'nin aslına uygun olarak restore edilip, müze haline getirildiği iddiasına yer veriliyordu.
Ben de bir önceki yazımda tepki göstermiştim... "Utanca makyaj yapılmış" demiştim.
Ulucanlar Kapalı Cezaevi'nin bugünkü hali ile dünkü durumu arasında dağlar kadar fark olduğunu anlatmıştım.
Ulucanlar'da yaklaşık 4,5 yıl yatan Selahattin Arpacı, daha de ileri gitti...
1976-1979 ve 1980-1981 yılları arasında 2. Kısım 2 Koğuş'un başkanlığını yapan Arpacı, "Sanki bizi yalancı çıkartmaya uğraşıyorlar" dedi:
- Biz her fırsatta Ulucanlar Kapalı Cezaevi'ndeki şartların çok ağır olduğundan bahsettik. Şimdi oranın yeni halini görenler, bizim için "yalancı" diyecekler. Haklı olarak, "Adamlar Hilton gibi yerde yatmış, üstene bir de şikâyet ediyorlar" diye tepki gösterecekler.
***

Arpacı
, kendi dönemlerinde koğuşların duvarlarının bazı bölümlerinde büyük demir halkaların sallandığını hatırlattı. "Çünkü" dedi:
- Bize anlatılanlara göre, orası daha önce atların bağlanıldığı tavla olarak kullanılmış. "Belki abartı tarafı vardır, ama" diye devam etti:
- Yine bize söylendiğine göre, devletin ilgili birimleri bir rapor hazırlamışlar. "Burada atların barınması uygun değildir" demişler.
Bunun üzerine kapalı cezaevi haline getirilmiş.
Anlatılanlar doğru ya da yanlış...
Çok da önemli değil.
Önemli olan, kapısına kilit vurulmadan önce Ulucanlar Cezaevi'nin bir ahırla aynı standartlara sahip olduğu gerçeği!
***

Selahattin Arpacı ile o günlere döndük.
Cezaevinin geçmişteki durumunu hayalimizde canlandırmaya çalıştık.
Arpacı, "Sen zaten yazmışsın" dedi:
- Ben sadece kendi durumumu ekleyeyim. İçerideki havasızlıktan ve sadece kendini ısıtan sobanın koğuşa yaydığı dumandan zehirlenirdik. Ben, ayda en az bir hafta bademciklerim ve faranjit yüzünden ateşler içinde yatardım.
Ve ekledi:
- Bu yüzden tahliye beklediğim halde duruşmalara bile gidemezdim!
Ben yatardım, raporum mahkemeye giderdi.
***

Sohbet sırasında, Arpacı önemli bir ayrıntıyı da hatırlattı:
- Özellikle Sübyan Koğuşu'nu yazmak lazım.
Gerçekten de çok önemli bir noktaya dikkat çekti:
- O çocukların halini biliyorsun.
Cezaevinin bütün pis işlerini onlara yaptırırlardı. Çöplerin toplanması ve cezaevinin temizlenmesi onların işiydi.
Yazık, köle gibi çalıştırılırlardı.
18 yaşın altındaki o çocuklar, gerçekten de kürek mahkûmundan farksızdılar.
Bugün restore edilip ziyarete açılan hücreler ise, Ortaçağ zindanlarını andırıyordu.
***

Selahattin Arpacı da haklı olarak, bir müzeden bahsedilecekse, o müzenin gerçekleri yansıtması gerektiğini söyledi. "Ben kötülükleri unuttum, sadece o günlere ait güzellikleri hatırlamak istiyorum" dedi:
- Bir tek o yıllarda Ulucanlar Cezaevi'nin şartlarının insanlık dışı olduğunu söylemekle yetineceğim. Biz ise, o cezaevinin şartlarına kalite getirmek için çırpındık. Parçalanmış duvarları kendimiz boyadık. Avluya kendi imkânlarımızla fıskiyeli bir havuz yaptırdık. Koğuş duvarına da 1,20 x 2,00 ebatlarında tablolar çizdik.
Devam etti:
- Orayı müze yapmadan önce keşke bizi çağırsalardı. O güne ait fotoğraflar var. Onları verirdik.
Ve noktayı koydu:
- Gerçek bir müze işte o zaman ortaya çıkardı!