Ekrem Kızıltaş

EKREM KIZILTAŞ

Tarihi 25 Nisan 2017

Meselenin özü...

Ülkemizde kabaca iki 'damar' ya da 'akım' var.
Bunlardan birisi yerli ve milli, diğeri de yerlilik ve millilikten alabildiğine uzak, yani gayri milli. Yerli ve milli damar, kendi ayaklarımız üzerinde durmamız, kendi kararlarımızı almamız, bütün iş ve eylemlerimizi ülkemiz ve milletimizin menfaatleri üzerine bina etmemiz esasını temel almış. Gayri milli tarafları ağır basan yani yerlilikle alakası olmayan diğer damar ise henüz kendi ayaklarımız üzerinde durmamız için çok erken olduğu kanaatindedir.
Onlar daha çok Batı'nın, tercihan Avrupa'nın güdümünde yol almamız gerektiğini düşünürler. Batı'ya karşı ayıp olmasın diye böyle düşünenler de var muhakkak, ama mesele çok daha derinde.
Kendi ayaklarımız üzerinde durabilmemiz için vaktin erken, hatta çok erken olduğunu düşünenlerde bu kanaatin oluşmasında, sürekli olarak taklit etmeye çalıştıkları Batı'dan gelen etkilerin büyük etkisi olduğu muhakkak.
Malum, ülkemizin ve genelde Müslümanların kendi kendilerini yönetebilecek bilgi ve beceri düzeyine gelmemiş olduğu fikri, daha çok Batı kaynaklı.
İşin tuhaf tarafı, kendi göbeğimizi kesebilecek hale nasıl ve ne zaman gelebileceğimiz konusunda sarih bir fikirleri de yok bu çevrelerin. Çünkü temel olarak böyle bir düşünceleri yok. Hayallerini dizleri üzerinde duran ve yere serilmek üzere iken tutulup aynı duruma getirilen ama ayağa kalkmaya davranırsa ensesine vurulup çökertilen bir Türkiye süsler genellikle.
Türkiye'nin kendi yolunu kendi çizmesi yerine, Batı'ya teslim olması ve böylelikle fazla kafa yormadan yoluna devam etmesi gerektiği, gayri milli akımın ana tezi. Bu teze sahip oluşları, bir yönüyle bunun kolaylıklar sağlayacağını düşünmelerinden belki. Aksi takdirde Batı'nın daha doğrusu uluslararası sistemin hakim unsurlarının husumetini çekeceğimizi ve bunların bizimle uğraşıp, başımızı derde sokabileceğini düşünüyorlar.

Yağlı kemik ve koruma

Oysa başımızın zaten dertte olduğu ve kendi ayaklarımız üzerinde durmayı başaramadığımız müddetçe bütün kazanımlarımızın birilerine peşkeş çekmek zorunda olduğumuz, açık bir husus. Buradaki mesele, ülkemizi kontrol altında tutma niyetindeki güçlerin, kendileri ile işbirliği yapanlara yönelik özel muameleleri belki. Sömürdükleri karşılığında onlara arada bir yağlı kemikler atmayı ihmal etmiyorlar çünkü. 'Teslim ol kurtul' anlayışını bariz yönlerinden birisi de, bu kanaatte olanların hakim unsurlar tarafından gözetilip denetlenmelerinin yanı sıra sürekli koruma altında da olmaları.
Son dönemde ülkemizi çeşitli şekillerde karıştırmak isteyenlerin Avrupa ve Batı ülkelerinde gördükleri hüsnü kabul bunun en açık göstergelerinden. Referandumda 'hayır' cenahında yer alanların, 'hayır' diyeceklerini açıklayan bazı unsurlarla beraber zikredilmeyi sevmediklerini biliyoruz, belki haklılar da. Ama 'hayır' denilmesi konusunda en şiddetli tavırlarını gördüğümüz Avrupa ülkeleri ile aynı şeyi istiyor olmaları, kafalarında azıcık olsun soru işaretleri oluşturmalıydı, olmadı. Özellikle de son dönemde bütün yaşadıklarımız, birilerinin mümkün olduğu kadar zayıf ve kendisinden istenilen her şeyi yapabilen bir Türkiye istediklerini açıkça gösteriyor. Başka sebeplerle aynı neticenin oluşması için çalışanların, durup ne istedikleri ve bunların olması halinde ne gibi neticeler doğacağı konusunda düşünmeleri gerek aslında...
Ama olmuyor... 16 Nisan, ülkemizin kendi ayakları üzerinde durabilme kararlılığı açısından önemli bir dönüm noktasıydı. Şimdi sıra, bu adımın devamının getirilmesi yanında, yerli ve milli olanların konuyu kavrayabilmeleri için atılacak adımlarda...