Tarihi 15 Eylül 2009

Cami ışıklarına bakan çocuk-2

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım. Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu. Yirmili yaşlarımda Ankara'da bir işçi kooperatifindekarımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir `inançlı insanlar' grubuyla karşılaşmıştık. Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı. Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra `inancı' bulmuştu. Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince `Ahmet, kardeşim' diye başlardı lafa, beni `doğru yola' getirmek için uğraşırdı. Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı. Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum. O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı. Dindarları sevdim. İnançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim. Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı . Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı , muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı . Onlara saygı göstermeyi öğrendim. Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim. Zor günlerde bir`inançsıza' bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım. Din hakkında düşünmeye başladım, `din bir afyondur' ezberinden `din nedir' sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.
Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm. İçinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim. Dindar olmadım, inançlı olmadım. Hálá da değilim. Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde. Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum. Tanrı'yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu. Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi `ona' emanet ediyorum. Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum. Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı `ilişkim' şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi `inançsızlara' öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları `onunla' arama sokmuyorum. Tanrı'dan bir beklentim yok. Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor. Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de. Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce `başkaları için kötülük düşündün mü' diye soracak bir tanrı. Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum. Affetmezse de gücenmeyeceğim. Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım. Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim. O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar. Ben bir daha o huzuru bulamayacağım. Ama, `yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen' çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim. Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim…'
Dünyanın güzel geleceğine hürmetle…