Sessiz kalmayı tercih ettim...
Başbakan'ın yakını, bunu bir onay olarak algılamış olmalı ki, neler yazacağımı bile sıralamaya başladı. Söylediklerinin ertesi gün gazetede, üstelik benim köşemde yer alacağına emin gibiydi. Böyle bir düşünce içine girmekte haksız da sayılmazdı. Birkaç defa gazetenin Genel Yayın Müdürü'nü arayıp, birinci sayfaya hangi haberin konulacağı konusunda talimat verdiğine şahit olmuştum. Hatta, haber başlığını bile söylemişti. Benim de öyle hareket edeceğimi düşünüyordu. Oysa, olacak iş değildi. Hayatımda talimatla yazı yazmamıştım. Açıkçası oldukça rahatsız olmuştum. "Bu konuda siz bir açıklama yapsanız daha iyi olur" dedim. Yapılacak açıklamayı da köşemde değerlendirebileceğimi söyledim. "Hayır" diye araya girdi: - Bence sen hemen yaz. Biz gerekirse açıklama yaparız, ancak sen de onun üzerine yüklen. Gerçekten çok rahatsız olmuştum. "Ben yazamam" dedim. Karşımdaki sesin, gazetemin patronu ile Genel Yayın Müdürü üzerindeki etkinliği de umurumda değildi. O yine de ısrarla Ertuğrul Özkök aleyhine bir şeyler yazmamı istiyordu. Bastırdıkça bastırıyordu Bayrama ise bir-iki gün kalmıştı. Ben de kestirip atmak için, "Bakın bayram geliyor" dedim: - Bayramda neden bir meslektaşımla kavga edeyim? Japonya'dan telefon eden karşımdaki ses, hayli bozulmuştu. "Sen kim oluyorsun da benim isteğimi yerine getirmiyorsun" diye düşündüğü açıktı. İçine girdiği duyguları saklamaya da gerek görmedi. Telefonu kapatırken ortaya koyduğu tavır ve sesinin tonundan her şey anlaşılıyordu. "Hayır" dediğim insan, Başbakan'ın en yakınındaki kişiydi. Hatta, zaman zaman Başbakan'ın yetkilerini kullanamaya çalıştığı için basın ve muhalefet tarafından alabildiğine eleştiriliyordu. Üstüne üstlük, çalıştığım gazetenin sahibi ile sıkı ilişkileri vardı. Ayrıca, Genel Yayın Müdürü'ne ne zaman telefon etse, talebi yerine getiriliyordu. Telefonu kapattıktan sonra, benimle ilgili olarak, "Nasıl olur da isteğime karşı gelebilir" türünden düşünceler içine girdiğine hiç şüphem yoktu. Biliyordum ki, bunun acısını çıkartmak isteyecekti. İlerleyen günlerde mutlaka bir şeyler olacaktı.
Beklemeye başladım...
Aradan birkaç gün geçti, beklenen telefon geldi. Gazetenin sahibi, ertesi gün görüşmek için beni bekliyordu. İstanbul'a gidip, patronun yanına girdiğimde, eski bir siyasetçi ile birlikte oturuyorlardı. Bugün hayatta olmayan o siyasetçi, geçmişte Turgut Özal'a karşı yürüttüğü muhalefetle ünlenmişti. Kamuoyu, onu Parlamento'daki sert çıkışlarından tanıyordu. Daha sonra ucundan bucağından medyaya da bulaşmıştı. Bir süre mevcut Başbakan ve ailesi ile ilgili olarak da oldukça sert bir muhalefet yapmıştı. Gazetenin sahibi, lafı hiç uzamadan tebligatını yaptı: - Bundan sonra Ankara haberlerine Bey bakacak. Sen yine temsilci olarak kalacak ve odanda oturacaksın. Ayrıca, köşe yazılarını yazmaya da devam edeceksin. Ancak haberlerden değil, idari konulardan sorumlu olacaksın. Belli ki, Başbakanlık Konutu'ndan patrona benim için bastırılmış ve yerime 'in gelmesini sağlamıştı. Maddi sıkıntı içinde olan gazete sahibinin niçin böyle davrandığını anlayabiliyordum. Asıl anlayamadığım, yerime gelecek kişinin geçmişte Başbakan ve ailesine en ağır eleştirilerde bulunanlardan biri olmasıydı. Ne olmuştu da zaman içinde bu kadar yakınlaşmaları sağlanmıştı? Ayrıca, gazeteciliğe soyunan o eski siyasetçi, toplumun karşısına yıllarca aşırı sol söylemlerle çıkmıştı. Şimdi, Başbakan ve çevresinden aldığı talimatları yerine getirme misyonunu nasıl yüklenebilecekti? İlişkiler ne hale gelmişti! İnsanlar çok kısa sürede nasıl bu kadar değişebiliyorlardı! Menfaat denilen olgu, bütün değerlerin nasıl da ayaklar altına alınmasını sağlayabiliyordu! Görüşme bitip, dışarı çıktığımızda, eski siyasetçi ve yeni gazeteci kolumdan tutup, "Gel biraz konuşalım" dedi. Yaptığımız konuşma ise, bir dakika ya sürdü, ya da sürmedi. Bana, "Birbirimize destek olalım ve çekişmeyelim, kaymağı birlikte yiyelim" dedi. Ne demek istediğini anlamıştım ve hemen ayağa kalktım: - Kusura bakma, ben kaymakçı değil gazeteciyim. Böylece daha birinci dakikada aramızda sürtüşme başlamıştı. Ankara'ya döndüğümüzde de çekişmeler devam edip gitti. Eski siyasetçi ve yeni gazeteciden peş peşe hiç de makul olmayan para talepleri gelmeye başladı. Benim de her defasında verdiğim cevap aynıydı: - Kasada o kadar para yok. Bir gün, CHP'li Çankaya Belediyesi aleyhine, doğru olmayan bir haber yazdı. İstanbul'u da yanıltıp, o haberin manşet olmasını sağladı. CHP'li Çankaya Belediyesi, sözde şehitlerin adlarının verildiği park isimlerini değiştiriyordu.
Oysa, bu doğru değildi...
Haberin ardından, Çankaya Belediyesi yetkilileri aradılar. Haber sorumlumuzun bir imar değişikliği yaptırmak istediğini, bunda başarılı olamayınca da bu tür haberlerle kendileri üzerinde baskı kurmaya çalıştığını söylediler. Yaptığımız araştırma, söylenenlerin doğru olduğunu gösteriyordu. Haber sorumlumuz, ünlü bir iş adamının Ankara'daki oteline kat çıkmak için imar değişikliği yaptırmaya uğraşıyordu. Daha sonra başka iddialar da gelmeye başladı. Başbakanlık Konutu'nun tavassutu ile gelen haber sorumlumuz, zaman içinde gazeteyi iyiden iyiye sıkıntıya sokar olmuştu. Bizim "kaymakçının" haber umurunda bile değildi. Zaten haberden anladığı da söylenemezdi. Onun için önemli olan, haber değil elde edeceği menfaatti. Bu durum da Ankara'daki bütün muhabir arkadaşların tepkisini toplamıştı. Eski siyasetçi, sadece birkaç ay dayanabildi. "Kaymakçı" kendiliğinden çekip gitti.