Küçücük tabutlarda, küçücük, daha çoğu bebecik ölü çocuklar.. Ve onlara çocuk bahçesi yerine yeni hazırlanmış; içinde salıncaklar, kum havuzları, kayma yerleri olmayan bir mezarlık.. Az biraz kuzey canibimizde.. Hani Rusya diye bildiğimiz bir coğrafyada.. Kuzey Osetya'da.. 160'dan az değil, ama belki de 200'den fazla daha bebecik çocuklar.. Çocuk ve ölüm sözcüklerinin yan yana gelmesi dahi beter bir iş.. Birbirlerine hiç yakışmıyorlar.. Ama işte orada, Osetya'da, kudurgan taifesinden bir grubun kanlarına girdiği o çocuklar, şimdi o mezarlıkta.. Onlar için oralarda iki günlük bir yas.. Ya başka yerlerde? Hiç!. Ben kendi ülkemle ilintili, cumartesi günü Gürcistan ile milli maç oynadığımız Trabzon'da (Ki orası, Osetya, Trabzon'a üçbeş karış öte..), bakın "Saygı duruşu.." demiyorum ama bir dakikalığına olsa bile bir "acı duruşunda" bulunulsun isterdim.. Ki bizler, çocukları kutsal kabul eden gönlü temiz adamlar.. Yoksa artık öyle de değil miyiz? Bir dakikalık bir "acı duruşu" be! Hepsi hepsi o kadar.. Bize yakışanı oydu.. Ama gel gör ki şimdiler yakışıksız zamanlarımız.. Olay, bütünüyle gelip aklıma takıldıkça, o uykuya dalmış misali ölmeye yatmış çocukların fotolarını gördükçe, zalim çığrışlar geliyor içimden.. "Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil, bu anılacak şey değil Apansız geliyor aklıma..
Neredeyse gün doğacaktı Herkes gibi kalkacaktınız Belki daha uykunuz bile vardı Geceniz geliyor aklıma..
Sevdiğim çiçek adları gibi Sevdiğim sokak adları gibi Bütün sevdiklerimin adları gibi Adınız geliyor aklıma..
Bir çift güvercin havalansa Yanık yanık koksa karanfil Değil, unutulur şey değil Çaresiz geliyor aklıma.."
Çocuk gömütleri.. Siz hiç, "çocuk mezarlığı" gördünüz mü? Ben gördüm.. 1980'li yılların başıydı.. Ben gözlerimi yanıma almıştım, sadece bakmak için değil, görmek için.. Şimdilerde zengin semti olan Beykoz'un sırtlarında, Kavacık'taydım.. Oralarda gördüm.. Kavacık o zamanlar, bir fakir-fukara mahallesi.. Anlatım, oradandır..
***
Kardan peydahlanmış piç bir yağmur yağıyordu.. Rezil, rüsva, orospu çocuğu bir eğreti yağmur.. Her yerleri, dört bir yan bataktı.. Çamur, bulaşık, vıcık vıcık ve kızıla çalar bir renkteydi.. Basıldığında, içe doğru göçüyor, habbelenip köpürüyor, şekilden şekile giriyor, fokurdamayı andıran bir garip sesler çıkartıyordu.. Yemin ederim ki bilmiyordum! O küçücük, mini minnacık çocuklardan birinin üstünde durduğumu, ona bastığımı bilmiyordum.. Anam avradım olsun bilmiyordum! Anlayınca, çektim ayağımı hızla.. Sağ yana seğirtirken, bir ikinci çocuğu ezdim; kendisi hiç yok.. Bütünümle gerilerken, bir üçüncünün, bir dördüncünün üstüne, üzerlerine düştüm; onların boylarından büyük çizmelerimle.. İnanın hiç bilmiyordum.. Tanrım! O mezarlık; küçümencik mezarlık, minicik, miniminnacık mezarlarla doluydu; dopdoluydu.. Görmeyenin, içinde gezmeyenin inanamayacağı kadar çok, yamruyumru, bir kol boyunu geçmeyen tümseklerle doluydu mezarlık.. Çocuk ölüleriyle dopdolu bir mezarlık.. Beykoz'un sırtlarında, Kavacık denilen bir yerdeydim.. Rüzgarın biri sersem sepelek esiyordu ve kar piçi bir yağmur.. Çirkin, gri, öfkeli bir bulut, yukarılara demir atmıştı.. Yerdeki çamura dönüşmüş toprak, "Siz benden oldunuz.. Hadi bana gelin.."dercesine, yapış yapış, sanki ayaklarımdan aşağılara çekiyordu.. Mezarlıkta çocuklar, sere serpe, darma dağınıktılar.. Oralarda, buradaydılar.. Sağda, solda, önde, arkadaydılar.. Kımıltısızdılar, çamurlara bulaşmıştılar.. Bağırtısız, çağırtısız, kahkahasız, gülücüksüz, sessiz ve suskundular.. Belli belirsizdiler.. Bu kadar çok çocuktan, bu kadar çok sessizlik, yadırgatıcı ve ürkütücüydü.. Bir nasıl ürkütücüydü bilemezsiniz.. Kimlerdi bu çocuklar? Kimlerdendiler? Neden, nasıl ölmüşlerdi? Arkalarında, artlarında, oyuncak değil ama birkaç parça gülücük bırakabilmişler miydi? Doyasıya öpülüp koklanmışlar, agu-agulanmışlar mıydı? Süt kokmuşlar mıydı hiç, sarılıp sarmalandıkları beşiklerinde.. Ve de kimseler durakalmışlar mıydı başlarında, ağızları dualı, onlar toprağa verilirken.. Mezarlık; söyleşiden, oturup iki laf etmeden yana uygun değildi.. Küçük mezarlar da öyle.. Sonra bir ne yaptım ben, hiç bilemedim, hiç.. Tek tek mezarları saymaya koyuldum..Yukarıya, gökyüzüne, benim bulunduğum yerin tam üstüne demirlemiş gri, çirkin bulut, kar piçi bir yağmuru indirmeye devam ediyordu.. 134 mezar saydım, 87'sinde çocuklar.. Kahretsin! Tazeydi bu mezarlar.. Ya çok tazeydiler, ya da her gün birileri gelip, yeni baştan şekillendiriyorlardı onları.. En büyükleri sadece bir kol kadardı.. Kesik bir kol kadar.. Birisi dışında, hiçbirinde isim filan yoktu.. Ve ben üstlerine basıp duruyordum.. Ne yaptım ben bilemedim hiç.. Kalktım muhtara, muhtarlığa gittim.. Anlattım, sonra dinledim.. Söyledi ki muhtar: - Toplu bir ölümümüz yoktur.. Burada yaşam şartları iyi değildir.. Ölürler.. Her evde 7-6 çocuk vardır.. Ölürler..
***
Çocuklar çok ölüyorlar, çok öldürülüyorlar şimdilerde.. Şu köpek dünyada şimdiki zamanlarda 3 küsur milyon AIDS'li çocuk var.. Ama şöyle, ama böyle, hep ölüyor çocuklar..
***
Rusya'da, Osetya'da, boy boy, 100'lerce ölmeye yatmış çocuk ve onları bekleyen dizi dizi tabut.. Bir dakikalık bir "acı duruşu" bile yapmadık onlar için.. Sadece bir Sezen Aksu.. Sadece o.. Açıkhava Tiyatrosu'nda, onlara şarkılar söyledi.. Çocuklar şarkıları severler.. Ve Sezen Aksu, işte bundan ötürüdür ki Sezen Aksu'dur.. NOT: Şiir, Melih Cevdet Anday'ındır.. Amerika'da, "Rus casusudurlar.." diye elektrikli sandalyede öldürülen karı-koca Rosenberg'ler için yazılmıştır.. Ve "Anı" ismini taşır..